Ferhan Şensoy ile Geriş’te Bir Buluşma

 Haziran 2018'de Elif'in ve Ferhan Abinin yazı evleri Geriş'teki o eşsiz buluşmanın üstünden üç yıl geçti. Ferhan Abiyi yitirişimizin bugün onüçüncü günü. Dilim çözülüp de bir veda yazısı paylaşamayınca, yaptığımız söyleşinin tamamını* ilk kez kendi blogumda yayınlamaya karar verdim, artık yerinde olmayan Şarabî’de de çekildiğimiz fotoğraflarımız eşliğinde. Çok güldük, eğlendik, imza günü için İzmir'e, turne için Dersim'e birlikte yol gittik. Ne şans!  Bazısı hüzünlü anılara aynı kederle sustuk. Hüznünü şiir gibi taşıyan bir özel candı Ferhan Şensoy. 

Ortaoyuncular Yayınları ile aileye dahil olmak ayrıca şansım, mutluluğum. Elif'le senin, iki sanatçının yaratıcılık dolu benzersiz aşkınızın tanığı olmak da... Tiyatronun seni sevenlere açılmasıyla İzmir'den, Eskişehir'den, Trabzon'dan gelenlerle aynı hüznü paylaşıyoruz. Ne çok sevenin, seni olduğun gibi ne çok sevenin var. Zaten olmadığın biri gibi olmadın hiçbir zaman. Varlığına olan saygımız, yaşama sanatını nasıl yaşayacağımız hakkında ilham veriyor iyi ki. Sokağın, Beyoğlu'nun, aşkın, gençliğin, varoluş kederinin coşkuyla yaratıma evrildiği kitapların ve  oyunların hayat hakkında kocaman rehber bizim için. Usta’dan el aldık gerisi hepimizin kendi hüneri, becerisi. Her şey için teşekkür ederim, iyi ki var oldun, devrin kaim olsun Ferhan Abiciğim. Seni çok özleyeceğiz. 



Ferhan Şensoy, Hira Selma Kalkan, Elif Durdu, Ceren Cevahir Gündoğan, Gün Zileli, Mustafa Turan Şarabî'de...



Elif Durdu & Ferhan Şensoy 



     Dergi İst'teki Tolga Akyıldız söyleşisinden. Elif Durdu & Ferhan Şensoy 


Ferhan Şensoy & Elif Durdu, Geriş'teki evlerinin bahçesi

Elifimiz Geriş'te usul usul yasını tutuyor köpek çocuklarınızla. Anlam dolu varlığın ona güç verecek, biliyoruz. Usulca ağlıyoruz şimdi, incelikler ustası senden öğrendiğimiz gibi: "...hiç de faça vermeden." 

13.9.2021 – Ceren 


Tiyatromuzun özgün ismi Ferhan Şensoy’u, yönettiği, oynadığı oyunlarda izlediğimiz gibi, çok sayıda yazılı eseriyle de okuyor biliyoruz. Ustanın, kurucusu olduğu Ortaoyuncular 40. yılına yaklaşırken, Bodrum Geriş’te, Ferhan Şensoy ile Elif Durdu’nun evlerinde, ailenin köpek fertleri eşliğinde, çocukluğundan Strasburg günlerine, tiyatrodan günlüklerine özel ve neşeli bir söyleşi gerçekleştirdik.  

Ceren Cevahir Gündoğan


Ceren: Çocukluktan başlayalım mı?

Ferhan: Çarşamba’da doğduğum ev kitaplarla doluydu. Annem İlkokul öğretmeni… Babamla annem çok okuyan insanlardı. Öyle bir kütüphanenin içine doğdum. 

Ceren: Belki de insan çocukluğundan ibaret… Zenginliği de fakirliği de orası.

Ferhan: Ölüyorsun ve bitiyor hayat. Ardında deneyimlerinin tortusu kalıyor. Babamdan bana kalan şeylerin önemini, babam öldükten sonra anladım. Yaşam insanı geleceğe değil, geçmişe götürüyor bir anlamda. Zamanla sana kalan mirası sindiriyorsun. Eski fotoğraflara, mektuplara dalınca benzerliği idrak ediyorsun. Zaten genetik bir benzerlik var; olmaması mümkün mü? Babam Cemil Şensoy şiir yazarmış. Hiç haberim yok! Şiirlerinden biri amcazade Mahmut Semizoğlu’ndaymış, oğlu gönderdi bana. Cemil Şensoy’un şiir yazacağı kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi; hala şaşkınım bu konuda.

Cemil Şensoy

Babam müstesna bir adamdı. 1982’de Şahları da Vururlar’ı izlemeye geliyor. Oyun oynanmaya başladıktan birkaç yıl sonra geliyor oyunu görmeye. Burun kıvırıyor önce; tiyatrocu olma, mimar ol diyor bana, tiyatroculukta sürünürsün. Ben gittim tiyatrocu oldum. Taşrada yaşayan bir adam ama İstanbul’a oyun izlemeye geliyor, Çarşamba’ya tiyatro oyunlarını getirtiyor, böyle bir adam. Tiyatroyu çok seviyor, ancak ben tiyatrocu olunca küsüp bir süre tiyatrolara gitmiyor. Şahları da Vururlar, kapalı gişe oynuyor. Annem arıyor, babamla beraber oyuna geleceklerini söylüyor. En önden yerlerini ayırdık. Acayip heyecanlıyım. Binbir telaş açılıyor perde. Babam sahneye hiç bakmıyor; göz göze geleceğiz diye korkuyor. Doğrudan bakmasam da görüyorum; ben sahnedeyken başı hep öne eğik. Ben sahnede değilken her şeyi izliyor, gülüp eğleniyor, kahkahalar patlatıyor.

Cemil Şensoy mücadeleci bir adamdı. Babası Osman dedem vefat edince on dört yaşında ailenin reisi oluyor. Babaannem hayatta ama illa bir erkek çocuk ailenin başına geçecek, anlayış bu. Naci amcam o sıralar Galatasaray Lisesi’nde okuyor, babam da mecburen ailenin reisi oluyor. Naci amcama para gönderilecek, ortada öyle bir para yok! Eşten dosttan ufak bir sermaye bulup, kamyon alıyor. Ehliyeti bile olmadan, dağlık yerlerden Çarşamba’ya buz taşıyıp satıyor. Buzdolabı falan da yok tabii. İnatçı bir tarafım var, sanırım bu tarafım babama çekmiş.

Cola yeni çıkmış, tutturuyoruz cola da cola! Babam meşrubata para vermeyi çok saçma buluyor; ayran için, su için, Cemile şunlara limonata yap içsinler! Evde hemen her şeyi kendi imal ediyor. Bahçede marangozhanesi var, oyuncaktan kuş yuvasına hepsini orada yapıyor. Biz ısrarla cola diye tutturunca araştırıyor ediyor, neymiş bu colanın içeriği! Değişik denemelerden sonra meyankökü, su, şeker, bir şeyleri karıştırıp kendi colasını üretiyor; öbürüne hiç benzemiyor ama mecburen içiyoruz. “İşte coca, işte cola!” Sıkıysa içme! 

Biz her şeyimizi anneme anlatırdık; evde gözle görülür bir hiyerarşi mevcuttu. Annem posta memuresi gibi; biz ona söylüyoruz, o punduna getirip babama aktarıyor. Babam çocuklarıyla arasına bir mesafe koyuyordu. Torunlar devreye girince o hiyerarşi biraz kırıldı tabii. Bir gün Arnavutköy’deki eve geliyor; kızlardan biri omzunda, diğeri kucağında, oyun oynuyorlar. Kapı aralığından izliyorum, babam kızlarla eşekçilik oynuyor. Ben içeri girince çabucak “hadi hadi inin bakalım” diye kızları sırtından indiriyor. Hemen Lord Jim pozunda bana takındığı baba kimliğine geçiyor.

Ceren: Çocukken yazı ile ilişkin nasıldı Ferhan Abi?

Ferhan: Gecedeste’de anlatıyorum bunu. Ziraat Bankası cep defterleri vardı, babam bize o defterlerden getirirdi. İlkokuldan beri ben o defterlere şiirler yazmışım. Bunu bir değer olarak düşünmediğim için de defterleri saklamamış, hatta unutmuşum. Soyut dergisinde şiirlerim, Yeni Ufuklar dergisinde yazılarım yayınlandığı yıllarda bir gün Ünye’ye yazlığa gittim ziyaretlerine. Evde babamın paradan daha çok önem verdiği şeyleri koyduğu bir kasası vardı. Çıktık orta kata, açtık kasayı. Ziraat Bankası defterlerim, yazdığım şiirler karşımda... Al bunlar senin defterlerin, dedi. Saklamış bunları. Yazar olacağım, tiyatrocu olacağım dediğimde şiddetle karşı çıkan adam, çocukluk şiirlerimi saklamış. Dediğim gibi çok otoriter, çocuklarıyla doğrudan diyalog kurmayan bir insandı. Ölümünden sonra çevreden, dostlardan, akrabalardan babamın benim hakkımda söylediklerini öğrendim. Ben Ferhan’ın böyle bir yazar olacağını hiç tahmin etmemiştim, demiş. Takdirlerini hep başkalarından duydum. Ben tiyatrocu olacağım falan gibi şeyler söylediğimde de tiyatro çok güzel bir şeydir, iyi bir şeydir de evladım, sürünürsün demişti. Doğru düzgün bir mesleğin olsun, tiyatroyu hafta sonları yaparsın! Şimdi düşünüyorum da babam haklıymış. Tiyatro sadece hafta sonları yapılabilen bir meslek haline geldi. 

Babamın terasta Yeşilırmak’a bakan bir masası vardı, Çarşamba’da bulunup da o masada oturmayan yoktur. Hemen her gece kallavi bir sofra kurulur, eşraf o masanın etrafında buluşurdu. Saatlerce sürerdi sohbet. İki kadeh içerdi babam, onu da ağır ağır muhabbetle içerdi. Üçüncü kadehi önerenlere, evladım ben bu rakıyı ömür boyu içmek istiyorum, derdi. Sarhoş olduğunu hiç görmedik. 

Babamıza siz diye hitap ederdik, karşısında içki ve sigara içmezdik. Üç kardeşin arasında Ragıbe’nin yeri ayrıydı ama gözle görülür şekilde tefrik edilmedik. İki halam var; Ragıbe halam çok erken vefat edince kız kardeşim Ragıbe biraz da o halanın devamı gibi olmuş babam için. Bir de Ragıbe, diğer iki erkek kardeşine göre daha istikrarlı; Amerikan Koleji’ni başarıyla bitiriyor, hukuk fakültesinde derece yapıyor… Bu anlamda ideal çocuk o oldu.

Ceren: Bir de babaanne Mevhibe Hanım var…

Ferhan: Evet, evde asıl otorite figürü babaannemdi. Ben doğduğumda yaşı hayli ilerlemişti; kolay kolay yürüyemiyordu. Bütün evi sokağa bakan odasından idare ediyordu. Hizmetkârımız Cemile Abla’ya sesleniyor: “Cemile! Vişne budandı mı? Bugün budanacak!” Babama sesleniyor: “Cemil, odun alındı mı? Tez alınacak!” Oturduğu yerden evi yönetiyor. Annemin teyzesi Fatma ninemin eşi Kani dede de çocukluğumuzun önemli figürlerinden. Kani dedenin yazlık bir evi vardı; kışın Samsun’da, yazları Büyükada’da yaşarlardı. 60’lı yılların başlarında Büyükada’yı tanıdım, mükemmel bir yerdi. Tenhaydı. Yıllar içinde korkunç bir soysuzlaşma oldu. Her yere sirayet eden o kendinibilmezlik, Ada’yı da vurdu! Birkaç sene önce Elif’le düşündük, repo günlerinde Bizans’tan firar etmek için adada bir ev mi kiralasak diye atladık vapura Kınalı’ya gittik. Vapurdan itibaren tam bir hayal kırıklığı! Kalabalık, gürültü neyse de köpek Can’a ağızlık takmak çok meşakkatliydi.

Ceren: Can, Şaka, Noel, Peri, Dante… Bizde olduğu gibi bu evde de çok fazla köpek var.

Ferhan: Dante nihari, diğerleri leyli… Dante, yardımcımız Neşe’nin köpeği; gündüz geliyor, bizimkilerle oyun oynuyor, gece kuyruk sallaya sallaya evine dönüyor. Can ilk köpeğimiz. Şaka’yı biraz da ona oyun arkadaşı olsun diye evlat edindik. Can fazla hızlı çıktı; kısırlaştırmaya fırsat kalmadan 11 bebek doğurdu Şaka. İlk doğan Noel’di, onu kimseye veremedim. Son doğan Peri’yi de Elif bırakmadı. Diğer yavruları ince eleyip sık dokuyarak isteyenlere verdik. Çok seviyoruz eyvallah da 13 köpekli bir hayat zor! Yavrular onları çok seven ailelere gittiler, o açıdan içimiz rahat. 

Labrador çocuklardan Noel ve Ferhan Şensoy 

Ceren: Köpek işi karışık… Biz de 3 köpek, sayısız kediyle yaşıyoruz. 60’lı yıllara dönelim istersen.

Ferhan: Büyükada’da komşumuz Rum bir aileydi. Benden küçük haşarı bir oğulları vardı. Çocuğun adı Prezente; varlık demek. Prezente denize giriyor, evleri de deniz kıyısında… Annesi her akşam aynı saatte balkona çıkıp Rumca Fransızca karışık bağırıyor: “Prezente! Prezente! Hemen eve gelmeni söylüyorum sana. Akşam babana anlatacağım yaptıklarını. Prezente! Prezente!” (Ferhan Abi, bozuk Rum diyaleğiyle Fransızca söylüyor bunları.) Hep aynı cümle, saatlerce! Prezente hiç iplemiyor tabii.

Ferhan’ın Pilavla İmtihanı 

Çocukken pilavı çok severdim. Kilolu bir çocuk olduğumdan babam yasaklamış, “buna pilav vermeyin” demiş. Babaannemi yeni kaybettiğimiz zamanlardı. Evde herkes kaşık kaşık pilav yiyor, ben hüzünlü gözlerle uzaktan bakıyorum pilava. Olacak iş değil! Sorun, derhal çözüm gerektiriyor. Bir gece yarısı sahtekârca uykudan uyanıyorum; “Rüyamda babaannemi gördüm, bana pilav yedirdi,” diye ortalığı ayağa kaldırıyorum. Ahalinin gözleri doluyor. Cemile Abla perişan! “Uy, Mevhibe Hanım sabinin rüyasına girmiş, sabiye elleriyle pilav yedirmiş, vah ki ne vah!” Babam çaresiz kalıyor. “Tamam, pilav yapın” diyor, “yapın ama buna çok vermeyin.” O günden sonra kimse bana pilavı yasaklayamadı. Pilav bizde kahvaltı dışında, her öğünde gelir sofraya. Bir de baklava mevzuu var… Evde bayram için sinilerde baklava yapılıyor, bir odada tutuluyor. Ben oradan ufak ufak araklıyorum diye odanın kapısı kilitlenip, anahtar Cemile Abla’ya veriliyor. Valla bir tanecik yiyeceğim diyerek Cemile Abla’yı kandırıyorum. Kadın açıyor kapıyı, yarım saat sonra sininin yarısı boş! 

Renkli Bir Aileydik

Babam icat olarak cipin iç lastiğine brötel yapıyor, omzuma geçiriyor, beni denize atıyor. Anneannem Rukiye Hanım aşırı evhamlı bir kadın; “Uyy nerelere gittin?” diye feryat ediyor. Evde kıyametler kopuyor. Babam özgün icadı brötel can simidinin batmayacağını anlatamıyor anneanneme. Rukiye Hanım için her şey paranoya sebebi… Gece köpekler uluduğunda da paniğe kapılırdı. “Uyyy Ahmet Efendi kalk, evi düşman sardı. Bak, köpekler havliyler.” Dedem de ona, “Yat uyu Rukiye, köpektir afkurur, unların işi u!” derdi. Anneannem vefat edince fantastik hikayeler yazma vazifesi Sündüs teyzeme geçti. Ünye’deki evimizin karşısı deniz, herkes patır patır atlıyor denize. Teyzem aynı zamanda terzi. Nedense benim denizde boğulacağıma dair kesin bir inancı var. Sağlı sollu beş parmak şeritleri olan rengarenk bir mayo dikiyor bana; beş kilometre öteden net seçiliyorum. Sabahtan kuruluyor balkona, bütün gün beni izliyor. “Uyyy, fazla açılma boğulursun!” Ne diyeyim, renkli bir aileydik.

Baba tarafımız uzun zamandır Çarşamba’da. Osman dedem, ondan önce Yusuf dedem orada. Yusuf dedemin yaptırdığı ev hâlâ duruyor, tarihi eser olarak tescil edilmiş bir konak. Bizi büyüten Cemile Ablam vefat ettikten sonra kızı Gülay yaşıyor şimdi konakta. Ev caddenin üstünde. Arkasında Yeşilırmak’a kadar inen büyük bir bahçe var. Sular çekilince dönemin belediyesi dava açıyor; burası bizimdir diyor. Babam karşı dava açtı; o öldükten yıllar sonra kazandık davayı. Yusuf dedemin yaptığı evden Yeşilırmak’a kadar ailemize ait! Orası korunacak; bu da bana görevdir! Bir vakit bulduğumda gidip fotoğrafları asacağım. Şensoy Aile Müzesi olsun istiyorum. O şekilde yaşasın. Arazi eğimli olduğu için evden baktığında Yeşilırmak’ı görüyorsun. Özel bir yer. Osman dedem, babam, ben, kardeşlerim o evde doğuyoruz. Odam olduğu gibi duruyor. Soyadı kanunundan önce Şatıroğulları imiş soyadımız. Şatır, şen demek zaten. Şensoy buradan geliyor. 

Sınıfta Çakmak

Galatasaray’da üst üste kalınca okuldan ayrılmak istedim. Babama da anlattım durumu, kafaya koymuşum zaten tiyatrocu olmayı. Dört yıl üst üste onuncu sınıf okunmaz ki, Çarşamba Lisesi’nden mezun olayım dedim. Babamı ikna ettim. Ve fakat Çarşamba Lisesi’ne de zart diye kapak atılamıyor. Yeterlilik sınavı gibi bir şeye girilecek, makul bir puan alınacak. Giriyorum sınava; sorular bana Fransız, renkli Türkçe bakıyorlar. Terliksi hayvanlar diyor, bırt diyor, zırt diyor; bir bok anlamıyorum. Biyolojiyi, kimyayı, fiziği Fransızca okumuşum; hadi bu sınavdan da çakıyorum! Mecbur Galatasaray’a dönüyorum, n’apalım!

Otobüs şoförü akrabamız Durmuş Abi İstanbul’a geliyordu, otobüsüyle. İlk durak Galatasaray Lisesi; Ferhan ve valizleri indirilecek! Yolcular bekliyor, ben indiriliyorum, paket gibi okula teslim ediliyorum, onlar yola devam ediyorlar. 

Babam belediye başkanı o zaman… Ani bir kararla Çarşamba Lisesi’ne çıkarma yapıyor; “Benim çocuğum Galatasaray Lisesi’nde okuyor, Çarşamba Lisesi ne lan? Ferhan buraya kaydolacak, o kadar!” diyor. Yıldırım telgrafla babamdan haber alıyorum; gel! Daha bavulumu açamadan gerisin geri Çarşamba’ya yollanıyorum. Fransızca hocasının Fransızcası benimkinden çok kötü. Yetmiyor Fransızcası. O öyle söylenmez mösyö, diye diye ders kaynatıyorum. Müdür bir gün beni odasına çağırıyor, lüzumsuzca ortaokulların Fransızca derslerine hoca olarak atanıyorum. Kompozisyon ödevleri veriyorum çocuklara; sonuç gayet yıpratıcı, her şey yanlış! Ben o öğrenciye on verecek değilim ya! Kırık notlar veriyorum yanlışları sayarak. Öğretmenliğimi fazla ciddiye alıyorum. Veliler şikâyete gelmişler, müdür beni çağırdı yine… Veliler demiş ki “U çocuk Fransızca’yı bilcek de nolcek? Fransız mı olcek? Başkan’ın oğlu da amma gaddar. Biz eski hocayı isterüz!” Müdür kral bir herifti, “Ferhancım kırık not verme, en kötüsüne 5 ver, onların Fransızca öğreneceği yok.” dedi. Öyle de bir Fransızca öğretmenliği maceram oldu.

Her Yol Sinemaya Çıkar

Samsun’daki evimizin olduğu apartmanın adı Ferhan Apartmanı, altındaki sinemanın adı Ferhan Sineması. Samsun’un ilk sineması. Oldukça güzel bir salondu; balkonlu, localı... Bizim evin çamaşırhanesinden sinemaya giriş var, o girişe en yakın birinci loca ailemize ait. O locanın bileti satılmıyor. Evden aşağı inip film seyrediyoruz. Daha ilkokula gitmiyorum, manyak gibi film izliyorum. Beni oyunculukla tanıştıran sinemadır. Feridun Karakaya’nın oynadığı Cilalı İbo’nun hayranıyım. Babam film seyretmemize karışmıyor. Beş yaşındayım, çamaşırhaneden sinemaya giriyorum. Boyum locaya yetişmiyor. Parmak uçlarımda, çenemi locanın sırtına dayayarak Gina Lollobrigida’yı, Sophia Loren’i izliyorum.

Aynı sistemi, başka bir şekilde İstanbul’da kurdum. Tiyatroya bitişik binanın, giriş katı hariç dört katını satın aldık. İkinci kattaki yatak odamdan birinci kata ışınlanıyorum. Sahneye inen kulisim birinci katta. Kulis dediğim şu masadan biraz büyük! Oradan bir kapı açtım, eve bağladım. Evden fırt sahneye. Eskiden Tarabya’da oturuyordum; gece dönüş neyse de gündüz oyuna yetişecek miyim, trafik sıkışık mıdır çilesi fenaydı. Bu sistemle, evden tiyatroya, tiyatrodan eve çilesini sıfırladım. Oyun öncesi böyle bir telaş, stresin anüs deliği! Tiyatroda oyundan en az iki saat önce olmak istiyorum. Sadece oyun oynamıyorum ki; maalesef tiyatro patronuyum! Ödemelerin kontrol edilmesi gerekiyor vs. O zaman televizyona dizi yapıyordum, ekonomik durumumuz iyiydi. Yandaki binayı almış olduk.

Ceren: Sinemayla harika bir ilişkin var. Buna karşın tiyatro öncelikli sanırım...

Ferhan: Öncelikli işim yazarlık! Sinema bu şartlar altında sadece bir kaçamak! Her hafta senaryo geliyor bana, osuruk osuruk işler. Benim bir dilim, üslubum var. Zahmet edip biraz baksalar yazdığım oyunlara, kitaplara, o dili görecekler. İçine giremeyeceğim işlerle geliyorlar. Kibarca turnelerimi, vakitsizliğimi bahane ediyorum, geçiştiriyorum. Pardon filmi benim senaryomdu, oğlum Mert Baykal çekti. Filmin başarısı Çok Tuhaf Soruşturma’yı beş yıl kadar oynamış olmamızdan kaynaklanıyordu. Herkes ne yapması gerektiğini biliyordu. Bir rolü beş yıl oynayınca, o rolde ustalaşırsın. Oyunu parmağında çevirirsin. Şimdi aynı teknik ekiple, aynı oyuncularla Pardon’un devamı Çok Pardon filmini çekme niyetimiz var. Belki filmden önce tiyatro versiyonunu olarak yazdığım, Çok Tuhaf Rastlaşma’yı oynarız. Rasim’le de konuşacağım, henüz konuşmadım. Biraz oynayalım, sonra filmini çekelim. Bana daha mantıklı geliyor.

Ceren: Peki televizyon? O mecrada da görmüyoruz seni…

Ferhan: Şu dönemde beni televizyona çıkaracak adamı muhtemelen çükünden tavana asarlar!

Gündüz Asker, Gece Tiyatrocu

Galiba Başkaldıran Kurşun Kalem’de anlattım askerliğime ilişkin bir şeyler. Ulaş’ta başladım askerliğe. Üniversite diplomam Fransa’dan olduğu için kabul edilmedi, askerliği piyade er olarak yaptım. Sonra bir gün alaya bir albay geldi, şimdi ismini hatırlamıyorum. Sen Ferhan Şensoy değil misin, dedi bana. Evet komutanım, dedim. Bizim komutana döndü; ne arıyor bu çocuk burada, derhal Harbiye Orduevi’ne gönderilsin, buyurdu. Ulaş’ta çok kısa kaldıktan sonra Harbiye Orduevi’ne sevk edildim. Küçük Sahne’de Zeliha Berksoy Anna’nın Yedi Günahı adlı oyunu oynuyordu. Tiyatroyu Zeliha idare ediyordu. Sahneye çıkmamak şartıyla komutandan izin koparmıştım; artık akşamları tiyatroya gidiyordum. Gündüz askerlik, gece tiyatro!

Ceren: Komutandan izin koparmak da zor olmalı…

Ferhan: Galatasaray’dan arkadaşım Turgay Kıran üsteğmendi orduevinde, okuldaki lakabı kasıntı Turgay! Ön sıradayım, öyle amaçsızca bekliyoruz komutanı. Hassiktir Turgay Kıran geliyor komutan olarak. Gözüşüyoruz. Gözümün içi gülüyor. “Asker! Beni takip et!” “Emredersiniz komutanım!” Gittik, Turgay önde ben arkada… Önce Turgay’ın odasına, derken Harbiye’de bilmem ne barına! İçtimadan içmelere geçiyoruz. Beni üstlerine anlatan, akşamları tiyatroya gitmem için gereken izinleri alan, askerlik hayatımı kolaylaştıran da canım kardeşim Turgay’dır. Galatasaraylılar arasında vardır böyle bir gelenek. Bir Galatasaraylı bir Galatasaraylı’dan bir şey isterse bu bir emir olarak algılanır. Fransa’da beş parasız kaldığımda, Naci amcamı aradım. Beni konsolosluğa yönlendirdi. O anki konsolos da Galatasaray’dan abim! Bana para verirken nasihat etmeyi de ihmal etmedi; “Bir Galatasaraylı asla böyle tedbirsiz davranmaz!” Parayı aldım, cebe attım; abimin nasihati hala kulağımda…

Aydın Kunt

Aydın Kunt, Mehmet Teoman, Timur Selçuk bizim okulun orkestrasıydı. Yıllar sonra Aydın Abi’nin bana imzaladığı “Kavun Unutmadan” kitabını okuyunca çok etkilendim. Kitabının içinde kartviziti vardı. Ben de bir kitabımı Aydın Kunt adına imzaladım, kartvizitte yazan adrese gönderdim. Birkaç hafta sonra geri döndü kitap; aradığınız kişi adresinde bulunamadı! Meğer Aydın Abi ben ona kitabımı göndermeden aylar evvel vefat etmiş. Kitabımı ona ulaştıramadım. Bu bana hüzün oldu.

Müjgan Hanım

Okul başladıktan sonra da film izleme serüvenimiz devam ediyor; ödevlerimizi yaptığımız sürece sorun yok. Ödevlerimizi annem denetliyor. Annem öğretmen ama evlenince mesleğini bırakıyor, evde çocuklarına öğretmenlik yapıyor. Üç kardeş okula yazılmadan okumayı söküyoruz. Annem “Bu A, bu B, iyi belle evladım.” diye kendini yırtadursun, ben çamaşırhaneden gizlice sinemaya sızıp Gina Lollobrigida’nın memelerine bakıyorum.

Annemin günlüğü var bende. Ben bir şeyler yazmaya başladıktan sonra bunu da al deyip vermişti. Başkaldıran Kurşun Kalem’i yazarken o günlüklerden çok faydalandım. Anneannem Rukiye Hanım Ünyeli. Kocası Derviş Ahmet Niksarlı; anneannemden önce Niksar’da zengin bir kadınla evlenmiş, kadın vefat edince durup dururken anormal bir mirasa konmuş. Ahmet Efendi Niksar’dan damat olarak külçe külçe altınla Ünye’ye geliyor, anneannemle evleniyor. Hayatı boyunca çalışmak zorunda kalmamış şanslı bir adam! Annem ilk çocukları. Güzel Müjgan diye bilinirmiş Ünye’de. Sonra teyzelerim doğuyorlar; Sündüs ve Suzan. İkizler! Suzan teyzem Büyükada’da Kani dedemlerle büyüyor. Sündüs Ünye’de. Üç kız kardeş uzun yıllar yazlarını Ünye’deki eski evde geçirdiler. Ev çok katlı; merdiven çıkamayacak hale geldiklerinde Ünye’den de sıkıldılar. Hepsi evine çekildi. Annemi geçen yıl kaybettik. Bir devrin sonu oldu.

Annemin vefatından sonra Ünye’deki evi satmaya karar verdik. Karadeniz turnesinin sonunda Ünye’ye gittik Elif’le. Evde hala bir odam var, kitaplarım var, defterlerim var. Masamı, kütüphanemi bir şekilde İstanbul’a taşımak niyetindeyim. Orayı burayı karıştırdığımda bu yüzüğü buldum. İçinde Müjgan Şensoy yazıyor.

Ceren: Sanırım babanın yüzüğünü annen saklamış.

Ferhan: Evet, babamın alyansıydı bulduğum. İşte annem öldüğü günden beri ben o yüzüğü sağ elimin işaret parmağında taşıyorum.

Akordeon Sevdası

Ceren: Enstrüman çalmaya ilgin var mıydı çocukken?

Ferhan: Ragıbe’yle mandolin kursuna gitmiştik çocukken.

Ceren: Mandolin de Köy Enstitüleri’nde çocuklara öğretilen zorlu bir alet. Bir rivayete göre mandolin çalabilen, her telli çalgıyı çalabilirmiş.

Ferhan: Mandolin öğrendikten sonra akordeon çalmaya başladım. Ortaokulda, akordeon istiyorum diye tutturuyorum. Babam yurtdışından getirtti, İtalya’dan. Scandelli akordeon, kimsede yok Türkiye’de. Celal Şahin akordeonla parodiler yapıp, şarkılar söylerdi. Ona özenip akordeon çalmaya başladım, parodi şarkılar yaptım. Ardından gitara, sonra da saza... Mahzuni ile tanıştıktan sonra.

Mahzuni

Ceren: Mahzuni ile nerede tanıştınız?

Ferhan: Turne için Almanya’ya gitmiştik. Mahzuni oyuna gelmişti. İki üç yıl sonra da İstanbul’da buluştuk. “Gurban, sen sazı iyi çalıyorsun da senin saz kötü, sen bunu çal,” deyip kendi ustasına bana özel bir saz yaptırttı. Bugün Ferhangi Şeyler’de kullandığım, Mahzuni’nin bana hediye ettiği sazdır. Evet, o kadar fark var ki arada. Oooof… Sazı gitar gibi çaldığımı görünce de “Saza gıyma gurban,” demişti. Saz çalmayı ondan öğrendim. Mahzuni benim çok özel bir ustamdır. Müthiş bir adamdır. Âşık geleneğinin en protest örneği. Sayısız kere evi yakılmış. Tekrar yakmak için evini baştan inşa etmesini bekliyorlar. Sonunda “Erim erim eriyesin!” diye türkü yakıyor. Nihat Erim başbakanken…

 “Fransız Ekolü”

Ceren: Ferhan Şensoy isminde ilginç bir şey var. Çarşambalı, Galatasaray Lisesi’nden, Fransız ekolünden eğitim almış, Fransızca biliyor, sonrasında Strasburg konservatuarından mezun oluyor. Şunu merak ediyorum. Bu Fransız ekolünden gidilebilinirdi ama…

Ferhan: Ben oraya bir şey öğrenmeye gittim, Fransız değilim ki.

Ceren: Tam da bunu sormak istiyordum. 

Ferhan: Jerome Savary’den çok şey öğrendim ama ben Jerome Savary’nin yaptığını yapmıyorum. Magic Circus’de onun asistanı olmak istedim. Asistan falan istemem, demiş Savary. Magic Circus değişik ülke vatandaşlarından, enternasyonal kadrosu olan bir ekip. Andre-Louis Perinetti Strasburg Devlet Tiyatroları müdürü… Senin kadronda hiç Türk yok, Ferhan sana asistan olmak istiyor, deyince Savary heyecanlanıyor. Türk olduğum için beni ekibe kabul ediyor. Ferhan diyemiyor Fahren diyor. “Usta, Fahren değil Ferhan. Sen Ferhan’ı öğrenene kadar ben sana Joreme diyebilir miyim?” dedim. Ona Joreme demeye başladım. Ertesi gün Ferhan demeyi öğrendi.

Monique Mercure

Ceren: Ferhan Abi, sahnede başına gelen ilginç bir anı desem…

Ferhan: “De Mouse De Mao” – “Musa’dan Mao’ya” oyununda Kızılderilileri oynuyoruz. Çıplak sahneler var. Kıçımızda kuş tüyü koşturuyoruz. Tek sünnetli benim. Dikkat çekiyorum, utanıyorum tabii. Çıplaklığıma değil, sünnetli oluşuma utanıyorum.

Ceren: Strasburg’dan sonra Kanada macerası başlıyor.

Ferhan: Strasburg’da son yılımda Perinetti’nin asistanıyım. Monique Mercure konuk oyuncu olarak geliyor Strasburg’a. Monique o zamanlar Quebec’te Fransız Kanadası’nda bir star! Aramızda bir ilişki başladı. Beni Montreal’e davet etti. Ben de gittim.

Ceren: Kanada’da sahnelediğin oyunlarla ödül aldın.

Ferhan: Şu Gogol Delisi’ni Fransızca olarak yazdım. Monique oynasın diye yazılan bir oyun. O oyunla en iyi kadın oyuncu ödülünü aldı Monique. Ben de en iyi yazar ödülünü aldım. Bu başarıdan sonra Kanada’daki Türk tiyatrocularla Harem Qui Rit- Gülen Harem’i sahneye koydum. Ce Fou De Gogol’le ödül almıştık ve merak ediliyorduk. O da çok başarılı oldu.

Ceren: Neden döndün Kanada’dan?

Ferhan: Çünkü Monique’le ayrıldık ve artık orada kalmak istemiyordum. Monique Mercure o dönemde Kanada’da önemli bir oyuncu, benden 20 yaş büyük. İnanılmaz güzel bir kadın ama çok kıskanç! Monique’in kızıyla aramız çok iyiydi. Bir gün atladık motosiklete, ortadan kaybolduk. Döndüğümüzde kıyamet koptu tabii! Çalkantılı bir ilişkiydi. Monique zengin bir kadındı; bir partiye davet edildik, gideceğiz, benim takım elbisem filan yok. Bana takım elbise aldı. Gecenin sonunda yine kıskançlık krizi çıktı; kavga, gürültü… Herkesin ortasında, üstündeki elbiseyi bile ben aldım diye bağırınca, Çarşambalı damarım tuttu. Donuma kadar soyunup, salonu terk ettim. Öyle de bitti işte! Ayrı evlerde yaşamaya başladık. Kanada’dan ayrılırken havalimanından aradım Monique’i. Bana bunu yapacağını biliyordum, deyip telefonu suratıma kapattı. Yıllar sonra Ferhangi Şeyler’le Montreal’e turneye gittik. Kızlarım küçük, onları Monique’le tanıştırmak istedim. Kabul etmedi. Bir de tabii Türkiye’ye gelmek, tiyatromu yapmak istiyordum. Askerlik yapmamıştım, gelip askerliğimi yaptım.

Ceren: Kadın erkek ilişkileri, aşklar, arkadaşlıklar… Aşk nasıl bir şey?

Ferhan: Bilmiyorum, bunlar benim bütün yazdıklarımda var, verebileceğim bir örnek yok. Aşk herkesi eşitler, bir tek bunu söyleyebilirim sanırım.

Küba’dan Toplanan Taşlar

Ceren: Ferhan Abi, gittiğin yerlerden valiz dolusu topladığın taşlarla döndüğünü biliyorum. Giriş çıkışta da sorun olduklarını… 

Ferhan: Evet, Küba’dan topladığım taşlar… Küba’dan çıkıyoruz, gümrükte soruyorlar bana, çantada ne var? Fransızca anlatıyorum; ben heykeltıraşım, bu taşlarla da Castro’ya armağan edeceğim heykelcikler yapacağım. Buyurun efendim, diyorlar. 



Elif: Heykel hevesi başımıza çok iş açtı. Bodrum’dan İstanbul’a gideceğiz, havalimanındayız. Ferhan’ın el çantası X Ray’den geçiyor. Aletin başındaki memur ayağa fırlıyor; çanta gözaltına alınıyor! Şekerim, tansiyonum aynı anda düşüyor. Bu kadar önemli ne olabilir ki çantanın içinde!

Ceren: Neymiş?

Elif: Kırık şarap kadehi!

Ferhan: Öyle güzel kırılmış ki, tam heykellik.

Elif: Memur, Ferhan Bey bunu kabine sokamazsınız deyince ortalık birbirine giriyor. Ben bundan heykel yapacağım, engel olamazsınız, diye bağırıyor Ferhan. Yeni kadehler kırma taahhütüyle ikna ediyoruz. Kırık şarap kadehi çöpe gidiyor. Biz az hasarla uçağa biniyoruz.

Ceren: Heykele olan ilgin hep mi vardı?

Ferhan: Tabii tabii, Güzel Sanatlar Akademisi’nde mimarlık okudum üç yıl. Pek girmiyordum derslere! Yüksek matematik, statik falan… Stabil bir adam değilim ki, ne işim olur statikle! Heykel atölyesine, resim atölyesine Bedri Rahmi’den izin alıp giriyordum. İstediğin zaman gel derdi bana Bedri Rahmi. Arada Zühtü Müridoğlu’nun atölyesine gidiyordum. Tiyatrocu olmaya karar vermişim; Ayfer Feray Tiyatrosu’nda onun çırağıyım. Mimar olmayacağımı biliyordum. Türkiye’deki inşaat sistemi içinde neyin mimarlığını yapacağım? Ama burada (Geriş’teki ev) kendi mimarlığımı yaptım işte. 

Ceren: Aslında hep böyle bir tasarlama ve estetize etme merakı gözleniyor, oyun dekorlarını, kostümlerini de sen tasarlıyorsun değil mi?

Ferhan: Tabii tabii… Kafamdaki tasarımı kostümcüye, dekorcuya anlatmak uzun iş! Anlatabilen bir adam da değilim. Yapsın, eksik olsun, tekrar yapsın. Bununla vakit kaybetmek istemiyorum. Kostüm ve dekorları ben yapıyorum. Bu bir bütünlük meselesi. Mesela Soyut Padişah’ın kostümleri çok ilginçti; naylon kostümler ve kafada kabaktan imal kavuklar… Padişah, soyuttu çünkü!  Kostüm ödülü aldım o oyunla. Tiyatro kostümcüsü böyle bir şey düşünmez. Hangi dönem? Sultan Süleyman dönemi! Gider ona göre bire bir kostüm yapar. Onun aklındaki tasarımdan başka bir şey düşünüyorum ben. 

Ceren: Beni Ben mi Delirttim’deki hemşirenin devasa şırıngası gibi, değil mi?

Ferhan: Evet evet.

Ceren: Aslında böyle düşününce, Ortaoyuncular’ın kendine özgü bir dekor, kostüm anlayışı var diyebiliriz. Bom’daki kızın devasa poposu, memesi gibi.

Ferhan: Grotesk bir taraf hep var. 

Ceren: Evet. Eğlencesi de var. Yani düz bir şekilde şu dönem bunu yapayım değil! Sadece dekor ve kostüm üzerinden bile gülebilirsin.

Ferhan: Evet, oyun yönetirken bunları düşünmek zorundayım.

Ceren: Oyun yönetmek ayrı ama bir de tiyatro yönetmek var. Nasıl bir şey tiyatro yönetmek?

Ferhan: Naiflik yaratıcılıkta yararlandığım bir şey. Ödemeler konusunda naiflik pek işe yaramıyor. Hesapları hem muhasebe hem müdüriyet takip ediyor. Ayrıca benim de ödeme defterim var. Tiyatro patronu olarak bunları ayarlamam lazım. Bu hafta şu ödenecek, diğerleri haftaya kalsın gibi ayarlamalar yapıyorum. Tiyatro patronluğu benim yapmam gereken bir şey değil sanki. Ben tiyatroda yaratıcılığımla ilgilenmeliyim. Ama tiyatroculuk deneyimimde gördüm ki tiyatronun patronu olmazsam, o tiyatroda istediğimi yapamam. Patronsan al muhasebe defterini, çalış Ferhan! 

Ferhan, Talihli demek

Ceren: Kendini şanslı bir adam olarak görüyor musun?

Ferhan: Evet, kendimi doğduğumdan beri şanslı hissederim. Ferhan, talihli demek zaten Farsça. Haldun Taner’le tanışmam, Strasburg, Perinetti, bunlar aslında çok büyük şanslar! Türk olduğum için Jerome Savary’nin beni Magic Circus’e kabul etmesi… 

Ceren: Magic Circus devam ediyor mu?

Ferhan: Jerome Savary ile bitti Magic Circus. Fransız tiyatrosunda da Avrupa Tiyatrosunda da devrim yaptı Savary. Tiyatrolar kriz geçirirken Magic Circus 3500 kişi ile çadırda full oynadı. Strasburg’da başlıyor, prömiyeri orada yapıyor antrenman olsun diye. Bunu ara sıra ben de yaparım. Bir oturtalım da ondan sonra oynarız Bizans’ta.

Ceren: “Bir oturtalım” mekânları nereler oluyor?

Ferhan: Bunlar turneler. Her yer. İstanbul’da perde açmadan önce gidersin turneni yaparsın, ondan sonra gelir İstanbul’da perde açarsın. 

Ceren: Gala gecesi prömiyerden bir ay sonraya alınır.

Ferhan: Bizde prömiyer var, gala yapmayız. Oyunun prömiyerini Kayseri’de de yapabiliriz, Amsterdam’da da. Beni Ben mi Delirttim’in prömiyeri Eskişehir’de oldu. İkinci oyun Kayseri’de oynandı. Strasburg, Fransa’nın tiyatro açısından en kör yerlerinden biri, seyircisi az bir yer. Ben antrenmanımı orada yapayım, diyor Savary. Paris’e geldiğinde taş gibi oluyor oyun, böyle açıyor perdesini. Felek Bir Gün Salakken’in prömiyerini de Çarşamba’da yapmıştık. Oyundan önce amcazade Mahmut Semizoğlu’nun dükkanına uğradım, pideler söylendi. Oyuna saatler var; ben kalkayım artık dedim. Otur la yeğenim, ne acelen var, beraber gideriz oyuna, demez mi! Yahu oyunun bir hazırlığı var, kostümü var, makyajı var, provası var. Bir türlü anlatamadım ona; geçici olarak küstü, akşam barıştık.

Yüzen Gemide Tiyatro

Ceren: Gemide tiyatro yapma fikri nereden çıktı, çok merak ediyorum. 1994 senesinde, Seyircili Seyir Defteri… Kuruçeşme’den Fenerbahçe’ye. 

Ferhan: Dünyada eşi var mı bilmiyorum… 

Ceren: İnanılmaz bir emek var ve çok yenilikçi bir şey. 

Ferhan: Geminin sahibi biz değildik, kiraladık gemiyi. Dolu oynuyoruz. Akşam saat 8’de Seyircili Seyir Defteri’ni oynuyoruz, gece 12’den sonra üst kattaki barda Kırkambar adıyla kabare yapıyoruz. Her gün değişken emprovize şeyler oynanıyor. Böyle bir tiyatronun örneğini ben görmedim! Bar dolu, salon dolu… Ertesi yıl gemi sahibi bizden anasının nikâhı bir kira istedi. Artık bu yaştan sonra param olsa da yapmam o işi, böyle şeyler ancak gençlikte yapılır. Artık sadece yazmak istiyorum. Yaşımı başımı aldım. Benim böyle bir sorumluluğum var. 

Ceren: Gençlik ve yaşlılıkla ilgili ne düşünüyorsun?

Ferhan: Nasıl yani?

Ceren: Oscar Wilde’ın bir sözü var; “Gençlik güzel şey, ne var ki gençliğin elinde heba oluyor.” diye. 

Ferhan: Ben öyle bakmıyorum, daha iyimser bakıyorum. Her akşam oyundan sonra sahnede kitaplarımı imzalıyorum, kitaplarımı ilk kez okuyan gençlerle de karşılaşıyorum. Şu kitabınızı bulamıyorum diyorlar, aklı başında sorular soruyorlar. Bu jenerasyonda böyle insanlar varsa iyidir. Pesimist değilim gençler konusunda. 

Ferhan Şensoy; turneler, oteller, günlükler... 

 

Kelami

Ceren: Oyunlarındaki karakterlerden söz edelim mi biraz? Beni Ben mi Delirttim’i Gebze’ye turneye geldiğinizde izlemiştik. Oyundaki Kelami’nin en tipik özelliği içinden küfür etmesiydi. Bu çok komikti. Dudakları oynuyor, seyirci anlıyor küfrettiğini… fakat görünürde küfür yok. Buna çok gülmüştük, çünkü biraz da annemi bulmuştuk Kelami’de. Misafir gelir, annem mutfağa gidip kimseye duyurmadan küfrü basar. Oyun boyunca Kelami üzerinden anneme gülmüştük aslında. Karakterleri nasıl yazıyorsun, bu karakterler nereden geliyor?

Ferhan: Yaşayan bir karakteri örnek alarak yazmıyorum ben. Yazarlık böyle bir şey değil! Karakteri yaratıyorum. Otobiyografik yazılarımda kim nedir, bellidir.  Oyunlarda ise böyle bir durum yok. Tabii Şahları da Vururlar’da Şah Rıza Pehlevi’yi, Humeyni’yi kıçımdan uydurmuyorum. Tarihsel karakterler olarak varlar. Onları da kendi penceremden nasıl gördüysem öyle yazdım. 

Ceren: Kocaeli Üniversitesi’nde, Dramatik Yazarlık bölümünde Şahları da Vururlar’ı okuyup kritik etmiştik. Neydi bu Şahları da Vururlar? Beş yıl boyunca kapalı gişe oynadınız. O dönemin toplumsal politik ortamı nasıldı? 

Şahları da Vururlar 

Ferhan: 1980 döneminde Türkiye çok kötü günler yaşıyordu. Şahları da Vururlar, Şah Rıza’nın hayatını anlatırken, Türkiye’de olan bitenlere de dem vuran bir oyundu. İran’da bu oldu, bizim başımızda da böyle şeyler var gibi… Yönetici kompozisyonundaki tiplerin Şah Rıza’dan farkı yok, bunu anlatmaya çalışıyoruz. Şah Rıza gitmiş Humeyni gelmiş, bir de böyle bir parantezi var oyunun. Şah Rıza’dan Humeyni’ye saçma bir gidişatı anlatıyor. 

Ceren: O günlere ait ilginç bir anı var mı ekip olarak başınızdan geçen?

Ferhan: Şahları da Vururlar cunta dönemine denk geldi ama bize yasak gelmedi. Beş yıl oynadık. İlk oynadığımızda yedi seyirci vardı, sonra on seyirci… yirmi seyirci… Giderek kapalı gişe oynamaya başladık. 

“İlginç olay” adına başka bir şeyler anlatabilirim. Gemi’deki oyunda, oyuncu arkadaşlarımızın bir kısmı canlı horozlar! Oyun boyunca kafeste duruyorlar. Bir gün horozlar denize düşmüş, ziftlenmişler. Bizim teknisyen Mehmet de sprey boyayla horozları kafasına göre turuncuya, mora, maviye boyamış. Hiçbirimizin haberi yok! Sahne açılıyor bir bakıyorum ki, beşbenzemez renkte bir sürü horoz! Yeşil, mavi, kırmızı… Hassiktir, tansiyonum düştü herhalde! Giderek ekibin gözünde de aynı endişeyi görüyorum. Bakıyorum herkesin gözünde aynı delilik, biraz rahatlıyorum. Ekip bombok oldu, sinirimiz bozuldu. Şarkıya gireceğiz, gülmekten giremiyoruz. Bir ara Mehmet’i yakalayıp sordum, bu horozlar niye bu renk lan, ne oldu diye. Abi denize düşmüşlerdi, boyadım onları, maşallah mis gibi oldular, demez mi! Naif ressam Mehmet derdik kendisine; her şeyi boyardı, eline ne geçerse. 

Muzır Müzikal

Ceren: Muzır Müzikal’de neyi anlatıyordunuz?

Ferhan: O zaman “Muzır Yasası” diye bir şey çıkmıştı. Muzır Müzikal bütün bu yasaların ne kadar muzır olduğunu anlatıyordu. Lafını sakınmadan söyleyen bir oyundu. Çok tehditler aldık; sonunda da Şan Tiyatrosu yakıldı. Gerici bir saldırıydı. Böyle bir durum karşısında Ortaoyuncular büyük sıkıntıya girdi. Bu elbette tali bir konu; yangında gece bekçisi Niyazi amca öldü. Asıl trajik tarafı da buydu. Oyun sonu eve gitmeden her gece tiyatroda duş alırdım. O gece sular kesikti, erken çıktım. Sular kesik olmasaydı, muhtemelen ben de ölmüştüm. Bilemiyorum, belki de amaç buydu.

Yangından sonra müthiş bir seyirci dayanışması oldu. Yeni bir oyun çıkartmak gerekiyor Küçük Sahne’de, ki tiyatro batmasın, devam etsin! Ferhangi Şeyler’i dokuz günde yazdım, onuncu gün oynadım. İkinci perdesi çok kısa kaldı. Günün gazeteleri imdada yetişti. Gazeteler oyunun yarım saatini, kırk beş dakikasını işgal ediyordu. Tamam arkadaşlar, siz dinlenin, benim böyle bir oyun çıkarmam lazım, dedim. O dönemde de kadrodaki arkadaşlar maaşlarını aldılar. Seyircisi, oyuncusu, teknik elemanı, tam bir dayanışma içindeydik. Ve Ferhangi Şeyler patladı. Ortaoyuncular’ın rönesansı diyebiliriz buna. Yani Ortaoyuncular’ın yeniden doğuşu. Ferhangi Şeyler’in bu kadar oynanacağını hiç düşünmemiştim. Oyun sayısı olarak da bir dünya rekoru! Ve tiyatroyu yaşatan hâlâ Ferhangi Şeyler’dir. 

Ceren: Kaç oyun oldu?

Ferhan: Turnelerle birlikte 2.900 oyunu buldu.

Ferhangi Bekleyen İşler!

Ceren: Günümüze gelirsek… Neler var?

Ferhan: Geçen yıl Gündeste’nin yeni baskısını yaptık. Gecedeste ve Dündeste bitti, masamda son okumayı bekliyorlar. Başkaldıran Kurşun Kalem’in devamı, Çok Çok Pardon filmi de sırada…

Ceren: Yeni oyun var mı?

Ferhan: Ferhangi Şeyler ve Bom’la açacağız sezonu. Rasim isterse Çok Tuhaf Rastlaşma’yı sahneye koyarız. Onun dışında benim artık bir oyun projem yok. Çocukluğumdan beri sahnedeyim. Yazarlığa ağırlık vermem gerekiyor.

Ceren: Eskisi gibi kalabalık kadrolu oyunlar görmüyoruz Ortaoyuncular’da…

Ferhan: Evet, eskiden kadromuz daha kalabalıktı. İstanbul’u Satıyorum çok kalabalık bir oyundu. Kırk kişilik oyunlar da yaptık ama o zamanlar tiyatro full oynuyordu ve çark dönüyordu. Artık Beyoğlu’nda seyirci azaldığı için haftada sadece üç gün oynayabiliyoruz; Cuma, Cumartesi, Pazar! Devlet yardımı da almıyoruz. En son Masal Müfettişi oyunuyla destek aldık. Derken yardımı kestiler. Dava açtık, kazandık. Sonuçta yardımı hükümet değil, devlet yapıyor. Muhalif olduğum için beni cezalandıramazsın! Gel gör ki, sonuç değişmedi. Alt mahkeme, üst mahkeme, bilmem ne… Ertesi sene de biz başvurmadık devlet yardımına. Atla deve bir şey değil zaten! Tiyatroyu devlet yardımı değil, seyirci yaşatır. Ses Tiyatrosu 557 seyirci alıyor, geçmişte sandalye atıldığı oluyordu orta koridorlara. Salı dahil haftada altı gün oynuyorduk, hafta sonu da matine suare... Şimdi aynı seyirciyi sadece turnelerde yakalıyoruz. Gittiğimiz hemen her yerde neredeyse full oynuyoruz ve bunlar 500-600 kişilik büyük salonlar. Beyoğlu’na gelmek başka bir eziyet; barı, diskosu, denyosu… Beyoğlu çok bozuldu dediğim dönemlerde, Beyoğlu bu kadar berbat değildi. Kısacası tiyatronun devamı için oyun yazmaya oturduğumda mümkün olduğunca kadronun küçük olmasını gözetmek durumundayım. 

Seyirciyi de Oyuna Katmak 

Ceren: Ferhangi Şeyler’de seyirci de bir anlamda katılıyor oyuna…

Ferhan: Ben Ferhangi Şeyler’de seyirciye soru sorma hakkı vererek çıkıyorum sahneye. Nadir de olsa cinsin biri çıkıp alâkasız bir şeyler soruyor. Ben de ona oyun boyunca takıyorum. Bu bir avantaj aslında. Arada sinir dingildetici şeyler de oluyor tabii. Mesela oyunda telefonla konuşuyorum. Cin fikir bir seyirci oyun sonunda kitap imzalatırken, telefonda kiminle konuşuyorsunuz, size neler söylüyor, gibisinden sorular soruyor. Nereden baksan anlamsız! Gerçekten biriyle konuştuğumu mu zannediyor, yoksa dalga mı geçiyor? Geçiştiriyorum, çünkü bu cin fikir soruyu yanıtlayarak asabımı bozmak istemiyorum. Seyirci ısrar edince, hikâye uzun ve hararetli bir monoloğa dönüşüyor. “Kimseyi aramıyorum hanımefendi, ışıkçı reji odasından telefon efektini verince ahizeyi kaldırıyorum ve karşımda biri varmış gibi konuşuyorum. Farkındaysanız telefon kablosu da açıkta; ucu bir yere bağlı değil! Şu gördüğünüz şeye de dekor deniyor; arkada bir mutfak, banyo filan yok! Evet, oyunda tuvalet şifonunun bozuk olduğunu söylediğimin farkındayım. Siz oyunla gerçeğin ayrımında değilsiniz, ona dertleniyorum!”

Dekordaki telefon, Küçük Sahne’de Muhsin Ertuğrul’un kullandığı müdüriyet telefonu. Küçük Sahne’den çıkmadan önce Ses Tiyatrosu açılmıştı. Hafta sonu bir oyun Küçük Sahne’de oynuyorduk, öbür oyunlarımızı Ses Tiyatrosu’nda. İki tiyatromuz oldu uzun bir dönem. O telefon da Muhsin Ertuğrul’un odasındaydı. Ferhangi Şeyler’de dekor olarak yerini aldı. Bazen de oyunda çakmak aranırken çak çak çak çakmaklar yağıyor sahneye. Herkes biliyor oyunun orasını, kaç defa gelmişler. Önce atanınkini alıyoruz, o yanmıyor, hadi başka bir tane. 

İnteraleyhisselam diye adlandırdığım bir kuşak var; cep telefonu, internet ekseninde hayat süren bu gençler de yavaş yavaş tiyatroya ilgi göstermeye başlıyorlar. Arkadan yetişen kuşaklarda böyle bir yönelme var, tabii ki olması da gerekir. Yıllar önceki dönemlere oranla seyirci genel anlamda bütün Türkiye’de çok azaldı. Yeni kuşaktan umutluyum. Her gün tiyatro yapmak isteyen bir sürü gençten mektup alıyorum. Bu çocuklar dizilerde oynayıp meşhur olma derdinde değiller! Beyoğlu’nda otuz özel tiyatro vardı. Şimdi bir elin parmaklarını geçmez, bu da işin hüzünlü tarafı. 

Nöbetçi Tiyatro

Ceren: Bir de Nöbetçi Tiyatro var. Usta çırak ilişkisi…

Ferhan: Kendi üslubumda oyuncular yetiştirmem, bir takıma sahip olmam gerektiği düşüncesine vardıktan sonra Nöbetçi Tiyatro’yu kurdum. 

Ceren: Neydi eksiklik? Piyasadaki oyuncularla çalışmanın ne gibi bir mahsuru vardı?

Ferhan: Kendi üslubumda oyuncular yetiştirmek derdine düştüm. Piyasada iyi oyuncular vardı tabii. Onlardan bir ekip kurup, öyle devam edebilirdim. Şahları da Vururlar oynandığında Nöbetçi Tiyatro yoktu. Bir ihtiyaç sonucunda doğdu. Benim kurduğum kadro geçici bir kadroydu. Beş yıl boyunca defalarca kadro değiştirmek zorunda kaldık. Kimi kendi isteğiyle ayrıldı, kimiyle de bizim kan uyuşmazlığımız oldu. Yaptığımız tiyatro gerek temposu gerek zamanlamasıyla muhteşem bir uyum istiyor. Herkes aynı frekansta değilse, partisyon bozuluyor. Seyirci düşükse tempo yapmak gerekiyor ancak gaza aşırı basıp seyirciyi de boğmamak lazım. Biz uzun yıllardır beraber, göz göze oynayan bir ekibiz. Hepimiz kimin ne zaman soluk alacağını biliyoruz. Sahnede bunun avantajını yaşıyoruz.

Müzisyenler 

Şahları da Vururlar’a Fuat Güner ve Özkan Uğur’la başladık. O zamanlar MFÖ yoktu. Blackout’da sahneye giriyorlar, yerlerini alıyorlar. Özkan girmiş sahneye, biz de kara çarşaflarımızla kenarda duruyoruz. Fuat ortada yok! Özkan birden fısıltıyla kulise sesleniyor; baba başladı! Sadece “baba” dese krize girmeyeceğiz. Başladı diyor ama başlayan bir bok yok! Çarşaflı grupta bayağı bir dağılma oldu. Karanlıkta kıkırdıyoruz. Derken birdenbire kuliste büyük bir gürültü koptu, düştü Fuat. Gitar bir yana, o bir yana. Bekliyoruz, hâlâ müzik girmiyor. Sonunda Fuat antre yaptı, ışık yanmadan önce akort doğru mu diye kontrol ediyor! Başlayamıyor, yanamıyor ışık. Artık ağzımıza sıçıldı. Sonunda ışık yandı, bunlar datdaradatdat çalmaya başladı, şarkıya girdik. “Ey gidi Tahraaan, bu kaçıncı terkediliiiş…” diye kahkaha kıyamet şarkıyı söylüyoruz. Aslında söyleyemiyoruz kahkaha atmaktan. Fuat ve Özkan’la birkaç yıl çalıştık. Bir gün Fuat geldi, abi iyi güzel de biz başka şeyler de yapmak istiyoruz, bize izin ver, dedi. Daha sonra sözlerini benim yazdığım bu şarkı “Ele Güne Karşı” adıyla MFÖ’nün çıkış şarkısı oldu. Fuat’la telefonlaştığımızda hâlâ “alo” demeyiz birbirimize; “baba başladı” diye açarız telefonları. 

Nejat Yavaşoğulları ve Derya Yener’le devam ettik Şahları da Vururlar’a. Nejat benim güzel sanatlardan arkadaşım, mimar. Ben de bu arada Nöbetçi Tiyatro’yu kurdum. Bu üsluba uygun oyuncular yetiştirmeye başladım.

Selim Sesler de uzun yıllar beraber çalıştığımız bir müzisyendi. Bir gün oyundan önce gelmiş, abi benim bu gece bir düğün işim var, beni idare et, diyor. Yahu Selim, nasıl idare edeyim, klarneti ben çalacak değilim ya! Yok abi, benim küçük oğlan var, o çalar, diyor. Çocuk nota bilir mi, sanmıyorum! Daha önce hiç duymadığı bir şarkıyı nasıl çalacak bu oğlan? İnanılır gibi değil ama o akşam çocuk geldi ve bütün şarkıları eksiksiz çaldı. 

Bom!

Ceren: Biraz da güncelden gidelim. Elif’in yazdığı, senin yönettiğin ve birlikte oynadığınız Bom sezon sonunda açılış yaptı. Hem çok güncel hem çok politik bir oyun.

Ferhan: Elif de Nöbetçi Tiyatro’dan yetiştiği için bu ekolden bir oyuncu, aynı zamanda kitapları yayınlanmış bir yazar. Bom Elif’in yazdığı bir oyun ama Ortaoyuncular üslubunun dışında değil. Yani benden sonra da Ortaoyuncular’ın devam edeceğinin sinyallerinden biridir. 

Ceren: Başlı başına Ferhan Şensoy dendiğinde biz o dili anlıyoruz. Göçmen olarak dünyanın farklı kentlerinde yaşadın, Kanada’da, Fransa’da… Türkiye’ye dair özgün bir dilsin ve sanatını Türkiyelilikle ifade ediyorsun. Bugünkü tiyatronun ödenekli ödeneksiz geldiği nokta nasıl? Sanatçının bir görevi var mı? 

Ferhan: Ortaoyuncular 1980’de kuruldu. Dediğim gibi aradan geçen zaman içinde izleyici sayısı düştü. Ferhangi Şeyler parantez içinde özel bir örnek, her gün güncelleniyor. Dolayısıyla seyirci sıkıntısı yaşanmıyor. Bunun dışında, evet elbette sanatçının görevleri var. Muhalif olmak da bunlardan biri! Lafı eğip bükmeden söylemek, iktidara da muhalefete de eşit mesafeden bakmak, her şeyden önemlisi güçlünün değil haklının yanında olmak… 

Kendi Hayatını İfşa Etmek

Ceren: Midye kabuğu gibi bir adam olduğunu biliyoruz, öyle yaşıyorsun çünkü. Bir taraftan da hayatını otobiyografik kitaplarında, oyunlarında ifşa ediyorsun. Gündelik yaşantında bu kadar kapalı devre bir yönelimdeyken eserlerinde tam açık yönelime geçebilmeni anlamaya çalışıyorum. 

Ferhan: Kitapta bir şeyi anlatıyorsam, o metni çalışıyorum, kendi eleğimden geçiriyorum. Yolda rastladığın adama bir şey söylüyorsun, o bundan alınıyor. Sonrasında bütün bunlar bana dert oluyor. Kitaplarımda böyle bir durum yok. Dediğim gibi o metni çalışmışım, düşünce süzgecinden geçirmişim. Yazmak benim için bir anlamda hayatla, insanlarla barışma serüveni… Bok bir herifle karşılaşıyorum; yazınca artık o benim hikâye/roman kahramanım oluyor ve onunla barışıyorum. Bok o, niye küseceğim ki ben bununla? Bana kendini affettirdin, seni seviyorum canım kardeşim ama küfrümü etmezsem rahatsız oluyorum.

Ceren: Bir de çok hayatsal, evrensel bir durum bu gelgit haller. Kırkambar Gece Tiyatrosu’nda çok güzel bir şarkı söylüyorsun. Biraz da onun gibi. “Gaz Frene Çok Yakın”. 

Ferhan: Öyle, hayat biraz duvarlara çarpa çarpa…

Tahir Alangu

Ceren: Türkçe edebiyat konuşalım mı Ferhan Abi? Sevdiğin, takip ettiğin yazar var mı?

Ferhan: Ustalarım var tabii. Haldun Taner bunlardan biri, Turgut Uyar, Nazım Hikmet ve elbette Sait Faik…

Ceren: Tahir Alangu’nun hikâyeleri de ilginç…

Ferhan: Ortaokuldan liseye geçiyoruz ve edebiyat dersleri başlıyor. Tahir Alangu Galatasaray’da edebiyat hocası. Bir de Melahat Mansuroğlu, nam-ı diğer Küfe Melahat var; şişman bir kadın olduğundan öğrenciler bu adı takmıştı ona. Küfe Melahat’le pek münasebetimiz olamıyor. Bu noktada yine talih devreye giriyor; 9-B sınıfı olarak şansımıza Tahir Alangu düşüyor. Lisede ilk ders günü, önümüzde Nihat Sami Banarlı’nın müfredat kitabı, bekleyişteyiz. Tahir Hoca teşrif ediyor ve soruyor; sınıf mümessili kim? Yanılmıyorsam Nedim Gürsel’di mümessil, ayağa kalkıyor. Tahir Alangu buyuruyor; o kitapları topla çöpe at, bu sınıfta Sait Faik okunacak mollalar! Çıktı gitti. Birinci ders olamadı. İlk dersi kaynattığımız için çok mutlu olmuştuk. Zaman içinde mutluluğumuz arşa çıktı; karşı sınıfta Küfe Melahat failatün failatün öğretiyor, biz failün failünsüz Sait Faik okuyoruz, Turgenyev okuyoruz. Tahir Alangu çok iyi Almanca biliyordu. Heinrich Böll gibi yazarlar Türkçeye çevrilmemişti o zamanlar. Tahir Alangu Heinrich Böll’ü çevirerek okuyor bize, bir fikir vermek üzere. Ondan sonra da kâğıt çıkarın, şu temada kompozisyon yazın diyordu. O sınıftan Nedim Gürsel, ben, şair İzzet Yasar çıktık. Nedim başka dillere de çevrilmiş, Paris’te yaşayan bir yazar. İzzet de köşesine çekilmiş küskün bir şairdi, onu erken yitirdik. 

Ceren: Tahir Alangu’nun okulda başı belaya girmedi mi?

Ferhan: Hayır.

Ceren: Kimsenin velisi gidip, yahu bu adam müfredatı okutmuyor diye şikâyet etmedi mi?

Ferhan: Hayır, hiç öyle bir dönem değildi. 1960’ların başı. Tahir Alangu’nun bir ağırlığı vardı, kimse kolay kolay ona bir şey soramazdı. Bizatihi öğretmenlik mesleğinin bir ağırlığı vardı. Öğretmen sınıfın otoritesiydi. Bunlar kalmadı tabii, zaman içinde dengeler değişti. Mesleklerin tanımı değişti.

Ceren: Biraz açar mısın?

Ferhan: Neyi açayım? Her şey açık zaten! Gazeteciliğin de bir ağırlığı vardı. Gazeteci bir abimiz konuştuğunda susup dinlerdik. Eskiden yedi sekiz gazete alırdım. Hepsini okuduğumdan değil tabii ama her gazetede okumaya değer birkaç köşe yazarı mevcuttu. Şimdi iki gazete alıyorum. Diğerleri kâğıt israfı, çöp! Basılmasa da olur. 

Ceren, Gün, Ferhan, Elif. Neşeli dörtlünün bir arada olduğu son foto...

Ceren: Yeni nesil edebiyatçıları nasıl buluyorsun?

Ferhan: Bu da ayrı bir sıkıntı. Bilgisayarı olan herkes kitap yazmak hevesinde. Önce iyi bir okur olacaksın ki yazarlığa soyunasın. Her hafta bir sürü kitap geliyor bana; yazarı imzalamış, göndermiş. Göz gezdirirken bile utanıyor insan. Artık bakmıyorum. Adıma imzalandığı için çöpe de atamıyorum. İki kelimeyi yan yana getirip cümle kuramıyorsun, roman yazıyorsun! Yazık… Zaman içinde kaybolacak bu tipler ama şu an için can sıkıcı.

Ceren: İyi edebiyatçılar da çıkıyor arada…

Ferhan: Pek takip etmiyorum. Yeni nesil sayılır mı bilmiyorum ama Murat Uyurkulak’ı beğeniyorum. 

Ceren: Senin ilk öykülerine dönelim…

Ferhan: Galatasaray Lisesi’nde öğrenciyken Vedat Günyol’un Yeni Ufuklar dergisinde yazılarım yayınlanıyordu. “Dalgındır Hüsam Kusura Kalmayın” yayınlanan ilk öyküm. Hüsam, Ünye’de yerel bir gazetede kullandığım mahlasım. Yine Ünye’de başka bir yerel gazetede, farklı bir mahlasla daha yazıyorum. İki adamı sürekli kavga ettiriyorum; birinin ak dediğine öteki bok diyor. Kendimce eğleniyorum.

Ceren: Başkaldıran Kurşun Kalem’de, Hüsam’ın Yeni Ufuklar’da yayınlanan ilk öyküsünün telifini Çiçek Pasajı’nda arkadaşlarıyla ıslatışını çok güzel anlatmıştın. Çiçek Pasajı’na sık giderdiniz sanırım.

Ferhan: Tabii ki. 

Ceren: O zaman bir Çiçek Pasajı anısı alalım Ferhan Abi…

Ferhan: Ülkü Özatay o sıralar lisede ticaret öğretmeni. Aynı zamanda gece nöbetçi müdür muavini olarak da okulda kalırdı. Gece yatma saatinden sonra lisesinin otantik kapısına tırmanarak, vın Çiçek Pasajı’na ışınlanıyoruz, içip içip hayli sarhoş olarak geri dönüyoruz okula. Böyle bir adetimiz var! Yine bir gece yatakhaneden kaçtık, Çiçek Pasajı’nda votka-biraları devirdik, büyük kapıdan atlayarak okula sızdık. Ülkü Abi yatakhaneye sıvışırken yakaladı bizi; durun, kımıldamayın! Duracak durumda değiliz. Zil zurnayız, daha çok arazi olma eğilimindeyiz. Ülkü Abi eski bir Galatasaraylı; baba şefkatiyle yatırıyor bizi, üstümüzü örtüyor. Ertesi gün odasında içtimadayız; siz diyor böyle böyle, ben sizi gördüm! Yok Ülkü Abi, korkarım siz dün gece şarabı fazla kaçırmışsınız, hayal görmüşsünüz, biz mışıl mışıl uyuyorduk, dedik. Ülkü Abi’nin de gece inince gizliden iki tek attığını biliyoruz, gelişine vuruyoruz. Lan ben sizi yatırdım, üstünüze yorganı attım ya, diye ısrar ediyor Ülkü Abi. Yok abi, valla ben saat onda uyudum, rüyamda Marilyn Monroe’yu gördüm, diyorum. Üç dört arkadaşız, aşağı yukarı aynı şeyi söylüyoruz. Lan hepiniz mi aynı rüyayı gördünüz, diye soruyor Ülkü Abi. Mezun olana kadar böyle havada kaldı bu mevzu. Mezun olacağız, Ülkü Abi diyor ki, oğlum bak doğru söyleyin, ben o gece sarhoş muydum, yoksa o yorganı örttüm mü? O zaman itiraf ettik; biz size yakalandık, dört sarhoşa karşı bir sarhoş avantajını kullandık. Siz hiç okuldan kaçmadınız mı abi? Ülkü Özatay da Galatasaray mezunu. Canım kardeşlerim deyip öptü bizi, affetti…

Denizler, Mahir’ler…

Ceren: Ferhan Abi, Denizler’in idamında nerdeydin? 1972 senesinde…

Ferhan: İstanbul’da Akademi’deydim.

Ceren: Ne yaşadın o zaman, etkilendin mi?

Ferhan: Etkilenmez miyim… Akademi’nin çatısına çıkıp Dev-Genç bildirilerini rüzgâra karşı atıyorduk. Ne hissedebilirim? Çıldırdık onlar asıldığında! İdam ne demek! Barbar mıyız biz? Adnan Menderes asıldığında da çok üzülmüştüm. Buna kahrolmak için siyasi olarak aynı noktada durmaya gerek yok. İnsanca bir dert bu! Niye asıyorsun? Kim olarak? Hangi hakla? Bunlar benim vicdanımı sızlatıyor. Bak, bahçede üç badem ağacı var; isimleri Deniz, Hüseyin, Yusuf. Kendiliğinden bitti bu bademler. Biz öleceğiz, ağaçlar yaşayacak. Bu arkadaşlar kahraman arkadaşlardır, niye asıldıklarının cevabını hukuk bize veremedi.

“Beyaz Türk” Mevzu

Ceren: Epey uzun bir süre Türkiye’de “beyaz Türk” ilan edildin. Tarlabaşı’nda araban seyir halindeyken, bir kapkaççı kapını açıyor ve çantanı alıp kaçıyor. Sen televizyondan kapkaççıya “esmer vatandaş” diye hitap edince ortalık karışıyor.

Ferhan: Ayrıntısını hatırlamıyorum ama öyle bir hadise oldu. Kırmızı ışıkta durmuştum, yan koltukta çantam var. Açtı kapıyı, çantayı aldı gitti. Roman dosyam o çantadaydı. Televizyoncular sorunca da çağrı mahiyetinde, parayı al, helal olsun ama dosyayı iade et demiştim. “Esmer vatandaş” demenin yanlış tarafını hala görebilmiş değilim. Sarışın olsaydı “sarışın vatandaş” derdim. Sarışın olmak kötü mü ki, esmer olmak kötü olsun? Bu mevzuyu anlayabilmiş değilim.

Ceren: Bu esmer vatandaş kullanımından sonra “beyaz Türk” tanımı çıktı karşılığında. Sonrasında sana böyle saldırılar oldu, “elit Türk”, “beyaz Türk” diye.

Ferhan: Çarşamba’dan “elit Türk” çıkmaz Ceren. 

Ceren: Peki insanlar seni böyle itham ettiğinde neden cevap vermedin?

Ferhan: Neyine cevap vereyim yahu? Saçma sapan şeyler! Bunlara vaktim yok! Beyaz Türk, siyah Türk diye bir şey yok benim için. Obama’ya zenci, kadına da kadın diyorum. Afro Amerikan deyince daha az mı sahtekâr oluyoruz? 

Elif: Peki neden esmer vatandaş dedin o çocuğa?

Ferhan: Çingene hırsız dememek için. Esmer vatandaş, başka ne diyeyim.

Ceren: Yani yaptığın pozitif ayrım, gösterdiğin nezaket ters etki yapmış oldu o zaman. Çingene hırsız tanımını kabullenmiyorum diyerek kullandığın tanım kaçındığın konuma getirdi seni ve daha büyük bir soruna neden oldu. 

Ferhan: Sorun olarak görmüyorum. İnsanlığın çok daha önemli sorunları var bence.

Yazma Tutkusu ve Geleceğe Kalan Defterler

Ceren: Yazma tutkun malum… Yazmak süreklilik arz eden, zahmetli bir uğraş. Artık sıkıldım, dediğin olmuyor mu? Dünyayı gezmek pek çoğumuza daha eğlenceli geliyor.

Ferhan: Tamam hayatta böyle kaçamaklar da yapılabilir. Ama asıl düzen yazı. Dünyayı gezerken de yazarım ben. Küba’ya film çekmeye gittim, oradan bir romanla döndüm. Üç gün yazmazsam, kendimi anlamsız hissederim. Bir sürü defterim var ve bu defterlerin nizama sokulması lazım. Yazmak, yani onları kitap haline getirmek gibi bir niyetim var ölmeden önce.

Ceren: Ben Tezer Özlü’yü hep çok şanslı bulurum. Her zaman ilham veren biri olmuştur kitaplarıyla da ama yaşadığı dönemdeki yakın çevresine karşı asıl. Ablası Sezer Duru, defterlerinin de editörüdür aynı zamanda, biliyorsunuz. Tezer Özlü’yü bize ulaştıran esasen Sezer Duru’dur.

Ferhan: Evet, bir yazarın arkasında bırakacağı yarım kalmış dosyaları olacaktır mutlaka. Elif de benim kalan defterlerimi kitaplaştırabilir, biliyorum. Kızlarım da uğraşırlar. Yine de bunu kendim yapmayı tercih ederim.

Ceren: Bu otosansür nereden geliyor peki?

Ferhan: Defterde öyle yazmışım, birilerine sinirlenip sövmüşüm! O günkü bir mesele. Benim eleme yapmam lazım. Artık daha az oynayıp bunlarla ilgilenmek istiyorum. Dosyalarımı Elif çok güzel toparlar, bundan eminim. Ama büyük bir yük! Beni çok iyi tanıyan biri olarak, kendi eleğinden geçirmesi gerekecek. Ağır sorumluluk!

Politik Taşlama

Ceren: Ortaoyuncular politize bir tiyatro; politik güldürü, politik taşlama. 

Ferhan: Biz dünya görüşümüzü saklamıyoruz. Her dönemde politik olarak tavır takınmış bir tiyatroyuz. Şahları da Vururlar, o günkü siyasi ortama bir tokattır!

Ceren: ’80 gibi netameli bir tarihte başlayıp hem de…

Ferhan: Evet, Ortaoyuncular mevcut düzeni protesto eden bir tiyatro olarak kurulmuştur. Bütün repertuar da öyle zaten. Şahları da Vururlar, Kahraman Bakkal Süper Markete Karşı …

Ceren: Ortaoyuncular’ı, 70’lerden 80’lere kadar ya da 60’ların ikinci yarısından 70’lerin sonuna kadar solun yükselişte olduğu yoğun politik dönemde toplumsal uyanışı doğrudan sahneye taşıdığı için de çok önemli buluyorum. Arada ajit-propagandaya kaçan başka örnekler olduğu halde son derece politik bir ayaklanma, yansılama var tiyatroda. Çünkü televizyon -bugünkü televizyon değil- bir sürü sosyal nedenleri de var, her neyse ama o günkü tiyatronun bu kadar politize olmasının nedeni ihtiyaca cevap vermesi. Ortaoyuncular’ın arşivine baktığımızda hâlâ güncel, canlı ve sanatsal bütünlüğü olan bir yansılamayı görüyoruz. Ortaoyuncular bunu hâlâ sürdürüyor, politik güldürü, politik taşlama, dediğimiz bir içerik... 

Ferhan: Evet, 1980’den beri götürdüğümüz bir çizgi bu.

Ceren: Ve çok kritik anlarda bile sesini çıkarıyor olması önemli.

Ferhan: Bu yüzden canımız sıkıldı, başımız belaya girdiği dönemler oldu ama Ortaoyuncular kapanmadı. Muzır Müzikal’den dolayı yargılandım. 21 günlük hapis cezası aldım, para cezasına çevrildi. 

Ceren: Var olan düzenle örtüşmeyen haller hep var.

Ferhan: Evet, çünkü biz muhalif bir tiyatroyuz, geçmişte televizyonda yaptığımız işlerde de muhalif tavrımızı koruduk. Bağımsız Federe Ferhan Şensoy Televizyonu diye bir iş yaptık. Özal iktidardayken, Özal’ı ağır eleştiriyorduk. Özal bize tek dava açmadı. Ferhangi Şeyler’de gerdan kırarak Demirel taklidi yapıyordum; Süleyman Demirel oyuna geldi, güldü, eğlendi. Oyun sonunda, yalnız o gerdan öyle kırılmaz, yanlış yapıyorsun, dedi. Bu insanları aklamaya çalışmıyorum, yanlış anlaşılmasın. Türkiye hiçbir zaman doğru yönetilmedi. Ama faşizm de hiçbir zaman bunca ayyuka çıkmamıştı. Televizyon, biz bunu yayınlayamayız dediğinde, biz de yapmadık. Röportaj filan da pek yapmıyorum artık. Dediğimi yazmayacaksan, ben seninle niye konuşuyorum lan? 

Gün Zileli, Ferhan Şensoy

Ceren: O dönem banka reklamları yaptığın için de çok eleştirildin.

Ferhan: O banka reklamları olmasaydı, Ses Tiyatrosu şu an otoparktı! Para kazandım, kazandığım parayla da Ses Tiyatrosu’nu onardım, hisseler aldım. Benden sonra da o tiyatro yaşayacak! Ortaoyuncular, bütün ekip ve kızlarım sahip çıkacaklar! Bundan eminim.

Günlük Tutmak

Ceren: Ferhan Abi, günlük tuttuğunu biliyoruz. Düzenli mi tutarsın? Günlük yazmadığın günler oldu mu?

Ferhan: Tabii olmuştur ama yazmadığım günleri yazdığım gün özetliyorum. Asker günlüğüm çok sağlam! Asker defteri diye bir kavram var, içinde gündelik yapılması gereken işler yazılıyor. Kantinde satılıyor, üç dört sayfalık bir defter! Ters tarafından günlük olarak kullanıyorum ben o defteri. Bitince bir tane daha alıyorum, ziyarete gelene veriyorum, hemen al eve götür. Bir tane daha alıyorum kantinden. Askerdeyken çok muntazam günlük tuttum, çünkü o kadar boş vakit var ki...

Ceren: Geçmişe yönelik okuma yaptığında, o anda canını çok sıkan bir şeyin sonradan çok saçma geldiği oluyor mu? Geçmişi yorumlarken yani…

Ferhan: Çok kurcalamıyorum geçmişi. Ama sanmıyorum, ben günlüğüme olayları kendimle tartışarak yazıyorum zaten. 

De Gaulle’e Şaka

Ceren: Bir de duyduğum De Gaulle olayı var. Nasıl oldu?

Ferhan: 1968’de Charles De Gaulle Galatasaray Lisesi’ni ziyarete geldi. Biz de çok küçüğüz o zaman, iyi anlayabilmiş değiliz durumu. Tevfik Fikret Konferans Salonu’nda konuşma yaptı De Gaulle. Biz onu asker olarak bildiğimiz için bir protesto havasındayız. “İbne De Gaulle” diye bir şey olmadı, ben bunu sonradan geliştirdim. Biz orada muhalif bir tavır takınmak istiyoruz, De Gaulle’e karşı sloganlar atmak istiyoruz. De Gaulle kürsüye çıktı, Tevfik Fikret’ten, Nazım Hikmet’ten söz ediyor adam. Biz inek gibi kaldık, protesto falan edemedik tabii, alkışladık çıktık. Muhittin Sandıkçıoğlu o zamanlar lisenin müdürü. De Gaulle 1.80’in üstü, Muhittin Sandıkçıoğlu bir metreden biraz fazla. De Gaulle ona bir şey söylerken aşağı doğru inmek zorunda kalıyor, o da De Gaulle’e bir şey söyleyecekken gökyüzüne bakmak zorunda kalıyor. De Gaulle, “Ne gizemli bir uyumdur ki, Galatasaray Lisesi’nin 100. Yılına rastladı ziyaretim.” falan diyor. Ondan sonra ben o konuşmayı değiştirerek yatakhanede hem Muhittin Bey’i hem De Gaulle’ü oynuyorum. “Kel sökret armoni kö ma vizit an Türki kuansit avek lasfaltaj, lö badanaj e lö bombomasyon de yemekaj o lise dö Galatasaray.”

De Gaulle geliyor diye ekonomi yapılıyor yemeklerden, malzeme kısılıyor ama hep öğrenciden kısılıyor. Lasfaltaj, orta yola asfalt yapılıyor. Badanaj, ön cepheye badana yapılıyor. Derken balkondan birileri “İbne De Gaulle, ibne De Gaulle!” diye slogan atıyorlar güya, olmuş bir şey değil bu. De Gaulle de birdenbire konuşmasını keserek, Muhittin beye dönüp “Qu'est ce que ça veut dire ibne?” diye soruyor. İbne ne demek? Muhittin bey de “Iıııı…Öööö…İbne bir şey demek değildir.” gibi geveledikten sonra toparlıyor durumu. “İbne De Gaulle… Vive De Gaulle, Yaşasın De Gaulle demek.” diyor. Bunun üzerine De Gaulle salona dönerek, “A bon, İbne Galatasaray!” diye bağırıyor. Bu benim bir şovumdu, böyle bir şey olmadı. Bu şovu yapmak için De Gaulle’ün tek yıldızlı bir şapkasından yaptırttım. Şovda onu takınca De Gaulle oluyorum, çıkarınca yere eğiliyorum, Muhittin Hoca oluyorum. 

Bir Zamanlar Beyoğlu

Ceren: 80’lerde Beyoğlu nasıldı?

Ferhan: Ben 1961’de veya 62’de Galatasaray Lisesi’ne geldim. 30’un üstünde tiyatro vardı İstiklal Caddesi’nde, Sıraselviler de dahil olmak üzere. Kenterler falan, 40’a yakın özel tiyatro vardı. 

Ceren: O günlerin Beyoğlu’nu özlüyor musun?

Ferhan: Elbette eski Beyoğlu’nu çok özlüyorum. İlkokulu bitirdikten sonra Beyoğlu’na, Galatasaray Lisesi’ne geldim, Beyoğlu’nda büyüdüm ben. Ayfer Feray Tiyatrosu’nda Küçük Sahne’de oynadım. Yıllar sonra Ortaoyuncular Küçük Sahne’yi aldı, restore etti, ardından Ses Tiyatrosu’nu restore ettik. Bütün hayatım o caddede geçti. Bir de Beyoğlu’nun meşhur barları, meyhaneleri vardı. Entelektüel Cavit, Papirüs… Böyle bir entelektüel düzey vardı. Tiyatrocuların oyundan sonra gittiği bir yerdi Kulis; şimdilerde dövmeci olmuş, duydum, çok üzüldüm. Büyük bir bar değildi Kulis; ayak üstü içilirdi. Küçükler büyüklere bar taburesi verir, sıkış tıkış bütün tiyatrocuların, edebiyatçıların buluştuğu bir yerdi. Özdemir Asaf’ın hayranıyım, Kulis’te gözlüğü kaldırmış tek başına şiir yazıyor usta. Utanmadan kendimi tanıtıyorum; efendim ben size hayranım. İki kelam etmek istiyorum. “Siktiv git” diyor Özdemir Asaf. Ben tabii, siktivip gidiyorum. Adam çalışıyor orada! Sonra zaman içinde yine orada görüştük, tanıştık. “Ben o zaman şiiv yazıyovdum, şimdi anlat bana” dedi. Anlattım.

Uçak düşerse kavuk ne olacak?

Ceren: Ya şu kavuk hikâyesi?

Ferhan: Kavuk o sıralar Münir Abi’de… Erol Abi’yle ikisi uçakla bir yere gidiyorlar. Gökyüzünde bir korku alıyor bunları. Ya uçak düşerse, ikimiz de ölüp gidersek kavuk ne olacak diye. Öyle bir beladır kavuk sorumluluğu! Münir Abi son zamanlarda unutmaya başlamıştı. Sahnede karşılıklı oynuyoruz, ben anlıyorum unuttuğunu. Ona oyunda olmayan, repliğini hatırlatacak bir cümleyi soru olarak soruyorum. Hatırlıyor, patlatıyor repliğini, alkışını alıyor. Böyle bir olaydan sonra geldi kavuk. Münir Abi deftere yazarak çalışırdı repliğini. Defterin yan tarafına da karşısındakinin son repliğini yazardı. Öyle bir ekolden gelmiş; o zaman ne bilgisayar var ne print var! Karbon kâğıdıyla daktilo edilip üçüncü kopya geliyor oyuncunun önüne, okunamıyor. Fotokopi bile yok.

Bir akşam Münir Abi tiyatroya elinde bir Migros naylon poşetiyle geldi; al içindeki senindir, dedi. Açıyorum; kavuk! Usta sana böyle naylon torbayla mı verdiler, bir tören yapılmadı mı dedim. Evet bir tören yapılmıştı, diye yanıtladı. O zaman biz de bir tören yapalım, dedim.

Fişne Pahçesu oynuyoruz, 2001 veya 2002 yılı. Kulisteyiz, oyuna çıkacağız. Perde kapalı… Salonda büyük bir alkış kopuyor. Ortalık yıkılıyor. Meğer Münir Abi gelmiş tiyatroya, eşi Umman’la oyunu izlemeye. Seyirci delice alkışlıyor. Oyun başlamamış, perde açılmamış, seyirci ayakta! Münir Abi’yi alkışlıyorlar. Unutulmayacak bir geceydi.

Kavuğun devredilmesi gerekiyordu. Bundan sonrası Rasim’in sorumluluğu. Ortaoyuncular’da yetiştirdiğim ve çok başarılı olmuş bir çırağım var. Geçmişte Hasan Efendi çırağı olan Dümbüllü’ye devrediyor kavuğu. Çırağı usta olunca, bu kavuk senin diyor. Ortaoyuncular dışında birine devretmeyi düşünmedim. Ben böyle bir takım kurdum, kendi üslubumu yarattım. Ve Nöbetçi Tiyatro ile de arka arkaya dalga gibi gelen oyuncular yetiştirdim. Hepsi Ortaoyuncular’da oynamıyor; bir kısmı oynadı, bir kısmı fırsat bulamadı. Ama öyle bir ekol yetişti. Ve o ekol içinde kavuğu hak eden Rasim Öztekin’di. Ben de ya uçağa binersem ya düşerse, kavuğu birine vermem gerek duygusuyla kavuğu verdim. Çünkü kavuğun devredilmesi geleneği çok önemli. Rasim de bunu hak ediyordu. 

Alkış Neye Yarar

Alkış bir oyuncunun rahatlamasını sağlar, dopingtir yani. Hiç alkışlamayan seyirci de var, finalde ayağa kalkıp alkışlıyor. Bu seni çok değiştirmez oyuncu olarak; alkış gelmezse düşmeyeceksin, gaza basıp devam edeceksin. Duygusal olarak da takdirdir. Bazen repliğe gireceğim, alkıştan giremiyorum. Bundan gurur duyuyorum, teşekkür ederim diyorum. Büyük bir sorumluluk taşıyorum, söyleyeceğimi bangır bangır söylemeyi sürdüreceğim.

Ceren: Perdeniz hiç kapanmasın, benim için anlamı büyük bu özel söyleşi için her ikinize de çok teşekkür ederim.

                   Söyleşiyi yaptığımız uzun gecelerden birinde, Geriş'te Ferhan Abi, Şaka kız ve ben. Fotoğrafı çektiği için canım Elif kadraj gerisinde. 


*Söyleşinin bir kısmı OT Dergi'nin Ekim/Kasım/Aralık 2018 sayılarında yayınlanmıştır.

Yorumlar

Ufuk Yurtsever dedi ki…
Harika bir söyleşi olmuş. Paylaştığınız için çok teşekkürler.

Bir solukta okudum.

Ufuk Yurtsever
PINAR ÖZTOMURCUK dedi ki…
Yüreğinize kaleminize sağlık.

Ne hoş bir röportaj bıraktınız biz sevenlerine.

Tek solukta okudum ama yetmeyip bir kez daha tekrar başa dönerek okudum.

Bir Çarşambalı olarak, Ferhan ŞENŞOY'a büyük hayranlık duyan, oyunlarını defalarca izleme şansını ve gurunu yaşadım.

Çarşambada doğduğu evi- ŞENSOY MÜZESİ yapma isteğini, yetkili mecralara bir hemşehrisi olarak projede gönüllü çalışmak isteğimle beraber bizzat ileteceğim.


Teşekkürler Ceren Hanım


Pınar ÖZTOMURCUK

Ellerinize sağlık.

Günler geçtikçe sürekli olarak Ferhan Baba ile ilgili yeni bir yazı kaleme alınmış mı, diye umutla dolanıyorum.

Yürekten teşekkür ederim.

Hürmetler.

Havva Gizem Özdemir

Bu blogdaki popüler yayınlar

Erkan Yücel: Tiyatroda ne var ne yok?

PALAMARLAR