PALAMARLAR

 

 


  

















PALAMARLAR

  

                            Yörüngesinden çıkmış bir evrende,

                                      uçurum yaşamından başka yaşam kalmaz.

                                                                                   Albert Camus

 



 

EŞHAS

Taner                  Garson, 35 yaşında

Savaş                   Doktor, 48 yaşında

Umut                   Öğrenci, 20 yaşında

         Ece                       Öğrenci, 20 yaşında

Sado                     Evsiz, 65 yaşında

         Kadir                   İnsan kaçakçısı, 45 yaşında

Kadir’in adamları 5 kişi

        Mülteciler          Enstrüman çalabilen, şarkı söyleyebilen, kadın, erkek, orta yaşlı,      genç, 20-25 kişi. Bu kişiler İranlı Yaresanlılar’ın temsili olarak düşünüldü.


 

1.Sahne

 

2020 Haziran, akşam, falezler... Envai çeşit kuş ötüşüyle aşağıda falezlere vuran dalgaların uğultusunu duyarız. Seyirci, denizin olduğu taraftan görür sahneyi. Savaş, oturduğu yerden denizi seyreder. Telefonu çalar, açmaz. Arkasından gelen Taner’i fark etmez. Taner, Savaş’ın gerisindeki banka oturur. Telefonundan bir şarkı açar. Savaş onu fark eder, başıyla selam verir.

Taner: Selamlar abi. (Savaş’ın yanına gelir) Buraya oturabilir miyim abi?


Savaş: Tabii, buyur.

Taner: Eyvallah. (Siyah poşeti gösterir) İçer misin abi?

Savaş: İçiyorum sağol.

Taner: Haa görmemiştim. (Bira kutusunu açar, Savaş’a kaldırır) yarasın abi, sağlığına.

Savaş: Sağlığa evet. (Telefonu çalar, açmaz. Taner, merakla yandan yandan Savaş’a bakar)

        Taner: Abi, ilk kez görüyorum seni burada. Canın mı sıkkın?

Savaş: Eee… Yani...

Taner: Anladım. Gönül işleri mi? (Savaş, eliyle boş ver işareti yapar.)

         Taner: Tesellisi yok, zor iş. Dur sana damardan şarkı açayım, ister misin?

Savaş: Fark etmez.

Taner: Sabahları dükkânı ben açıyorum, temizlik için. O arada canım ne isterse çalıyorum. Artık akşamdan kalma ne varsa içimde. Bu sabah Ferdi’den bir şeyler çaldım. Var ya, yakıyor! (Eliyle göğsüne vurur, acıdan mest olmuş, telefonunu kurcalar.)

Savaş: Ferdi Özbeğen mi?

 

Taner: Yok, onun da güzel şarkıları ama light kalıyor biliyor musun? Dinle dinle. (Ferdi Tayfur’dan Yanar çalar, Taner duygusal, Savaş umursamaz, şarkıyı dinleriz.) Bak bak bir noktada Ferdi artık şarkıyı bırakıyor, sayıklamaya geçiyor... yakıyor yeminle! Çek çek çek! (bira kutularını tokuşturur.) Ben dümdüz dinler akışına bırakırım da geçen senin gibi bir abiyle sabahladık burada. Doktormuş, (Savaş doktor kelimesini duyunca Taner’in söylediklerine dikkat kesilir) derdi büyük tabii, ona da çaldım Ferdi’yi, adam başladı ağlamaya. Allaaah, durduramadım. Güçlü abi dedim, dur yahu, yanacağız diye kül olmamıza gerek yok! I-ıh dinlemiyor arkadaş! Sular seller akıttı buradan denize. Dedim oğlum Taner boku yedin, Haq korusun kendini atar matar aşağı al başına belayı! Adam doktor bir de. Polisiydi adli kaydıydı, sıçtık yani. O arada ne olsa beğenirsin. Seninki salya sümük döndü bana demesin mi “Tanerciğim al şu anahtarı benim arabadan mendil getir.”  Dedim abim ayıpsın, mendil sana feda olsun. Aldım anahtarı gittim araba gıcır bir X6! Kapıyı açamıyorum. Açarken kilitliyorum kitlerken açıyorum. Neyse güç bela getirdim mendil kutusunu, mübarek mendil kutusu bile mis gibi parfüm kokuyor. Güçlü abi toparladı kendini, dönmüş diyor ki “Tanerciğim ne kadar değişik bir müzik, insanı adeta alevlerin içinden engin denizlerin orta yerine bırakıyor, eh ne de olsa biz de bu toprağın çocuğuyuz etkileniyoruz.” Dedim abi yav he he, aynen aynen. Uzattıkça uzattı. “Hele o son noktada şarkıyı bırakıp sayıklamaya geçiyor ya, bittim bittim” diye bir anlatışı var. Abim dedim haklısın hiç böyle dinlememiştim. Bir kere daha açayım mı? Yok dedi, her şeyin dozu önemli. Dili de dolaşmaya başladı, viskiyi diplemiştik. Abi alkollüsün gel gitme, kal burada, dedim. Sabaha ne kaldı şunun şurasında. O şuradaki bankta ben X6’da uyuduk kaldık.

Savaş: Derdi neymiş?

 

Taner: Kimin?

Savaş: Güçlü abinin…


Taner: İşleri durmuş.

Savaş: Niye? Hekim değil miydi?

Taner: Estetikçiymiş, dolar da yükselince. E şimdi korona var kimse gitmiyormuş kliniğe. (Savaş acı acı gülümser)

Taner: Niye güldün abi?

         Savaş: Yakında kazancı artar, eskisinden bile daha çok kazanır.

Taner: Niye ki?

Savaş: Psikolojideki ters etki. Ölüm korkusuyla çıldırmış gibi güzelleşmeye koşar insanlar.

Taner: Sabah uyanınca Güçlü abi de öyle dedi. Baktı ben çok üzüldüm onun haline. Dedi ki “Tanerciğim sen bana bakma, benim işlerim yakında katlanarak artar, düzelir. Dünya derdi bitmiyor işte. Çok iyi geldi konuşmak, teşekkür ederim. Senin meyhaneye uğrarım arada.”

        Savaş: Bunalmış demek. Sen ne iş yapıyorsun?

Taner: Garsonum abi, Has Meyhane var dokuz on yıldır oradayım amca oğlum aracı oldu. Otelde komilikten başladım o zaman küçüğüm tabii, turizm cennetidir iş vardır diye geldik memleketten. Geliş o geliş, evdekilere para yolluyorum, küçükler var okutuyoruz işte onları.

Savaş: İyi bari. Okusunlar.

Taner: Senin meslek ne abi?

Savaş: Doktorum. Benim bira bitmiş. (Taner yanındaki siyah poşete davranır.)

Taner: Al abi var burada.

        Savaş: Sen ver onları arabaya götüreyim, soğutucu var ısınmasınlar şimdi.

Taner: Abi X6 mı seninki de? (Güler, Savaş duymaz, sahneden çıkar, Taner kendi kendine) Ne oldu ki bunlara? Falezler’e dökülüyorlar birer birer… (Seyirciye arkası dönük ıslık çalarak çalılıkların dibine işer. Savaş gelir)

         Savaş: Al bakalım, biranın soğuğu makbuldür.

Taner: Öyle abi, biz müşterilere buzluktan kadeh çıkarıp veririz. Hele beyaz şarap, kendi de kadehi de buz gibi olmalı. Yoksa tırt. Ama bunu bilmeyen müşteri de var, önüne ne getirsen kuzu gibi sessizce yer-içer. Olay sadece para meselesi değil yani. Her şeyin bir adabı var. Bilmeyen de bilmiyor. Adın neydi abi?

Savaş: Savaş.

 

Taner: Memnun oldum Savaş abi, Taner ben de. Çak çak! Normalde bu akşam gelmeyecektim, canım sıkıldı attım kendimi buraya. Boşa değilmiş bak, senin gibi güzel bir abiyi tanıyacakmışım.

Savaş: Sağol.


Taner: Bizim işyerine patron korona korkusundan oğlunu gönderiyor iki haftadır, 65 yaşında. Can çok tatlı ne de olsa. Şekeri, kalbi, genç de bir karısı var. (Gülümser) sezon açılacak ya hazırlanıyoruz. Patronun oğlu lâvuğun teki. Patrondan daha patron. Hani vardır ya öyle tipler, muhasebeciler öyle olur bir de emlakçılar. Oğlum sana ne oluyor lan, patron benim patronum, kiralayacağım evin sahibi benim ev sahibim size ne oluyor parazit yapıyorsunuz!? Diyemiyor insan işte ama öyle. Patron has adamdır, sizden iyi olmasın. Has Ali diye bilinir zaten. Meyhanenin arka odasını bana verdi, kaç yıldır orada yaşıyorum. Darlandın mı, para mı lâzım hemen çıkarır verir. Kiraya yetecek para da veriyor haa, has adam yani. Yine de dükkânda kalıyorum ben. Kirayı da evdekilere yolluyorum. Patron üçe beşe bakmaz, personelini kollar biliyor musun? Oğlu olacak görgüsüz hiç bizim patrona çekmemiş, geldi bu, ilk günden yok her tabağın her kadehin müşteriye vermeden önce fotoğrafını çekecekmişiz, niye? İnstegramda paylaşacakmış. Ya dedim yürü git işine. Yürü git lan! Yani içimden… Müşteri orada bekliyor yemek soğuyor.

         Savaş: Ben de tiksinirim kralcılardan.

Taner: Ha yaşa! İşte bizim o patronun oğlu olacak nokta nokta da takmış kafayı bana. Benim bir köpeğim var, dükkândan arta kalanları veririm. Geceleri birlikte dükkânı bekleriz. Çok vefalıdır benim yoldaş. Bugün atlatıp geldim yoksa peşimden ayrılmaz. Sokağa düşmüş garip. Adı da Garip zaten. İkinci adını herkesin yanında söylemem ama o bilir. Baş başa kalınca Heval derim ona. Gel oğlum bir türkü çalalım seninle. Kuyruğunu sallar, gelir yanıma, sevdirir başını, çalarız bir türkü. Çok içlenmişsem iki, üç, dört türkü… Dinler benimle birlikte. Yere kilim serdim üşümesin akşamları diye, kıvrılır onun üstüne. Yarenlik eder bana. Çok vefalıdır abi. İnsandan görmediğimi Heval’de gördüm ben. Sıkıysa gece uyurken biri yanaşsın meyhaneye. Ortalığı inletir. Yaman bir bekçidir haa… Şimdi ben buranın kıdemlisiyim, herkes tanır beni. (Sır verir gibi) Yani, her türden insan tanır beni biliyor musun? Heval de tanır. Kim bizim dostumuz kim yabancı, uğursuz ayırmasını bilir. E bizim burası yazın o kadar değil de kışın hafta içi tenha, bizden olmayan biri gelirse vay haline. Senin var mı köpeğin Savaş abi?

Savaş: Yok… Çocuklar istiyor şimdi köpek alalım diye de… Bilmem ki. Zaman olmadı.

         Taner: Senin hiç dostun olmamış desene abi.

Savaş: (Gülmeye çalışır, birasını içer.) Galiba haklısın.

Taner: Yav bu bizim patronun oğlu var ya işte, Garip’i de istemiyor müşteriler korkuyormuş da bilmem ne. Her gün bir teraneyle çıkıyor karşıma. Sabah koşuya çıktığında duymuşmuş ben meyhanenin yerlerini silerken arabesk dinliyormuşum. Kapa oğlum o zaman kulaklarını! Bangır bangır o neymiş öyle sanki adam boğazlıyorlarmış.

         Savaş: Tabii ona hitap etmiyor olabilir…

Taner: Pardon da abi, mesaide değiliz müşteri yok sen neyin tatavasındasın demezler mi adama? Zaten yüz saat çalıştırıyorsun gık demiyoruz, orada o saatte kral benim. Pintinin de biri. Bizim patron dip kıyı köşe temizliği için verirdi bana para, oğlum Taner temizlik derdi. O kadar. Alırdım bizim buradan mülteci ablaları Pazartesi sabahtan girişirdik temizliğe, çiçek gibi yapardık dükkânı, bol bol da verirdik yevmiyelerini. Garibanların hakkı ödenmez de yine de güzel para geçerdi ellerine. Patron kalender adam tabii. Oğlu olacak deyyus nerdeee… (Giderek öfke dozu yükselir.) Bu pinti cam sildirdi bana bugün. Geçti karşıma oturup keyif viskisi içti arkadaşlarıyla. Sezona hazırlanıyormuşuz dükkân temiz olmalıymış. Yanındaki kızlardan birinin köpeği vardı, köpek ne yapsın yürütmüyorlar hayvanı süs köpeği gibi gezdiriyor yanında güzelim av köpeğini. Hayvan işedi her yere. Bunlar yaşadıkları yerin haritasını çıkarıyor biliyor musun? Senin benim gibi değiller. Adres bilmez iz bilmez. Bir tek kokuyla kendi kokularıyla hatırlıyorlar o yeri. E hayvan da izini bırakıyor, ne olur ne olmaz bir kere daha gelirsem izimi kaybetmeyeyim diye. Akıllı varlıklar bunlar. İnsana değil içgüdülerine güveniyorlar. Sana bana ne diye güvensin, akıllı! Bununki içgüdü de bizimkininki değil mi? Benim Garip kıllandı tabii. İkisi de erkek. Abi, biliyorsun erkek rekabeti kıran kırana olur. Kadın kişiler anlamazlar ama biz bizi biliriz. (Güler.) Neyse… Garip’e dedim oğlum git, köşene çekil. Önce dinledi beni, devirdi kulaklarını, anladım baba, dedi. Sağa baktı sola baktı, durdu, köşesine çekildi eyvallah edip, bana inandı yani, anladııın? Baktı ben öyle cam silerken kendi dilimde sayıp sövüyorum bir yandan. (keyifle gülümser) kaşımın hareketinden anlar beni canına yandığım. Haksızlığa da hiç gelemez ha, ağrına gitti benim orada cam silmem, haksız bir durum var yani, sıçarım senin erkekliğine deyip kaşla göz arasında gitti yapıştı o av köpeğine şükür ki zarar vermedi hayvana. Hayvan iiiykledi. Çökmüş üstüne oturmuş bana bakıyor ne yapayım diye. Benimki sokağa düşmüş ama soyunda kangallık var belli. Arka ayağında çift pençesi var. Kangal çok kalender hayvandır abi, bilir misin?

Savaş: (Taner’in daldan dala sohbetine biraz da kendi mühim dertlerinden kurtarıcı olduğu için teslim olmuş) Ne güzel anlatıyorsun senin köpeği valla hayran oldum. (Oturur pozisyondan sırtüstüne geçer)

Taner: (Gururla) Köpeğim değil abi, yoldaşım o benim. (Üstünlük kurduğu bir konu bulmanın neşesiyle devam eder, yüzü hep güler, mağrur.) Hevala hejam zarar vermez kimseye. Bak Savaş abi, biz insanların sorunu ne bilir misin? ... Bilmezsin… Ben de bilmezdim. Gurbetliğe düşmeden, yoksunluk başa gelmeden hangimiz bilirdik fakirliği, yurtsuzluğu, yaşlanmayı… İnsan, Savaş abi, güzel abim benim, şu gökkubbede biz bu kocaman yıldızların altında birbirimizi yiyip bitirdik. Yahu tamam, avcıyız, toplayıcıyız onu anladık eski hikâye. De… Rekabeti ölüm kalım meselesine çevirdik. Yalan mı?

        Savaş: Öyle tabii… İnsan eli değince rekabet, savaş oluyor.

Taner: Benim güzelim yoldaşım, Hevale hejam Garip’im… Bizim dilde sevgili yoldaş demektir, hevale heja, Savaş abim. (Savaş sırtüstü yıldızları izlerken kadim bir masalı dinliyormuşçasına Savaş’ın sohbetine teslim olur.) Benim sevdiğim insanları tanımasa bile sever biliyor musun?

Savaş: Nasıl yani?


Taner: (Tatlı tatlı anlatır.) Yıllar önce bir kadın arkadaşım vardı. Meyhaneye gelir giderdi. İsmi gibi kocaman ela gözleri vardı. Bizim meyhanenin müdavimlerinin hepsi beni tanır, hepsiyle aram çok iyidir ama Ela bir başkaydı. Sırf benimle sohbet etmeye geldiği olurdu. Zamanla çok sıkı dost olduk. Tam ben buna açılacağım, takmış koluna elemanın birini bak dedi Taner, nişanlım. Çaktırmamaya çalıştım ama Taner’de moral sıfır. (Efkârlanır.) Sonra evlendi, davet etti diye mecburen gittim düğününe ama vay babam… Ela Taner’i ne yapsın! Nasıl bir düğün, yemeler içmeler, davetliler her şey bambaşka bir âlem. Anladım ama, demek ki dedim sınıfsal farklar sandığımdan da çok önemli. Arkadaş olursun, bir süre için dost da olursun ama o kadar. Sevgiliymiş, evlilikmiş unut. Herkes haddini bilecek! Evlendikten sonra birkaç kere daha geldiler meyhaneye ama sonra o da kesildi. Geçen seneye kadar da görmedim. Geçen sene bir akşam, meyhane müşteri dolu, çalışıyoruz. Benim Garip, yandaki restoranda kadının birinin ayakları altına oturmuş, kendini sevdiriyor. Önce umursamadım sonra bir baktım ki ne göreyim, Ela’ymış o kadın. Kocası, arkadaşlarıyla keyifle oturuyordu orada. İşin ilginci Garip, Ela ile tanışmıyordu. Onca insanın içinde gitmiş benim Ela’yı bulmuş inanabiliyor musun? Ürperdim, çok tuhaftı böylesi bir tesadüf. Ama sonra üstüne düşününce buldum. Garip’im benim kokumu ona onunkisini bana getiriyordu, ulak gibi anladın? Sen şu duyarlılığa bak!

Savaş: Çok ilginçmiş.


Taner: Öyle özeldir benim yoldaşım. İşte o patronun oğlu da gelmiş benim hevalime laf ediyor. Bir şey de diyemedim adama. İçimde sıkıntı oldu. Baktım ortalık sakin, çıktım buraya geldim.

         Savaş: Sık geliyorsun buraya herhalde? Ne kadar yüksekliği biliyor musun?

Taner: Kırk elli metre var. Ne yapayım gelmeyip? Aşağıda, sahildeyiz 7/24. Ben denizi buraya gelince gördüm. Ama öyle dibinde olmayı değil de uzağında durup izlemeyi seviyorum. Yazı ayrı kışı ayrı güzel oluyor. Dalgalar bir vurur bu falezlere var ya… Kışını bilirsin tabii, aldanmamak lâzım. Dağ rüzgârını sırttan yedin mi zatürre olursun Haq korusun. Anamın ördüğü kazakların ikisini geçiririm üstüme koca kış hiç çıkarmam yoksa hâlim duman. Abi, sen bir de sabaha doğru kuş seslerini duysan var ya bağımlısı olursun buranın. Bizim bir arkadaş neredeyse her sabah geliyor o gökdoğanların sesini dinlemeye. Sevdalanmış çocuk o sese. Kayıt alıyor yetmiyor bir de gidip evinde dinliyor. Öyle tanıştık zaten buraya geldiği bir sabah baktım elde dürbünle kayalıklara bakıyor. Arkadaş kimsin dedim, in misin cin misin? Narin de bir şey, Şair diyoruz biz ona.

(Sırt çantalı, siyah bandanaları maske yapmış siyahlar giymiş iki genç: Ece ve Umut, ellerinde sprey boyalarla duvara yazı yazmak için bakınırlar. Savaş ve Taner’i gözlerler bir yandan da.)

Taner: Ateş de yakarız arkadaşlarla, kışın votka içiyoruz genelde. Mangal yapmışsak rakı. Kıbrıs’tan getiriyor bizim arkadaş. Yoksa bizim bütün maaş rakıya gider çok pahalandı her şey Savaş abi. Hoop, gençler! N’apıyosunuz?

Umut: Selamlar abi. (Boya kutusunu yere bırakıp yanlarına gelir.) Abi, biz öylesine hava almaya geldik arkadaşla.

Taner: Lan oğlum bir merhaba edin, biz geldik ağalar deyin. Edep adap öğretmedi mi aileniz size?

       Umut: Sizi fark etmedik abi, rahatsız etmeyelim.

Taner: (Biraz da Savaş’a buraların ağası benim havası atıyordur.) Selamını ver, gene rahatsız etme paşam. Adın ne senin?

Umut: Umut, abi.

Taner: Ne de güzel ismin varmış Umut. Umut etmek iyidir. Fazlası kötüdür. Her şeyin dozu önemli. Değil mi Savaş abi?

       Savaş: Çocukların yerini aldık herhalde ben de kalkayım artık.

Taner: Savaş abim daha biramızı bitirmedik, bak şimdi. Yeni tanıştık heveslendik bir güzel abimizsin dedik, nereye böyle? Otur. Gençler siz de çökün bakalım. Alın birer bira için.

Umut: Yok abi, işimiz var bizim. (Ece geriden gelip oturur.)

Ece: İyi akşamlar Ece ben. Siz buraya hep geliyorsunuz sanırım? Savaş: Yok, ben yeniyim.

Taner: Buyur Ece hanım kardeşim, ben buranın kıdemlisi sayılırım adım Taner. Bu da Savaş abimiz. Nedir mevzu? (Ece Umut’a işaret eder, Umut da oturur.)

Ece: Taner abi, burada yaşayan evsizler varmış onları arıyoruz aslında, biliyor musun neredeler?

Taner: Tam karşında duruyor.

Umut: Yok artık!

Taner: Tabii, meyhanenin arka odası ev sayılmadığına göre ben evsizim. Röportaj mı yapacaksınız hayırdır?

        Ece: Yok, tam öyle değil.

Umut: Taner abi, falezlerin burada mağara varmış, iki yüze yakın evsiz yaşıyormuş.

        Taner: Eee, ne yapacaksınız? Allah vurmuş garibanlara bir de siz vurmayın.

Ece: Yanlış anladınız abi, gidip onların yaşam koşullarını belgeleyeceğiz. (Umut’la birbirlerine bakarlar) Yurtdışından destek için.

Taner: O zaman başka… O kadar kalabalık değiller ama şimdi. Dağılıp gitti çoğu kim bilir nereye… Sado’yu bulmanız lazım. Biraz daha oturun gelir az sonra. Ne desteğiymiş bu?

Umut: Bizim de dahil olduğumuz uluslararası bir insani yardım kuruluşu var, gönüllü görevliyiz diyelim. O mağarayı bulup oradakilerin yaşam koşullarını düzeltmek için ne yapabiliriz ona bakacağız.

         Taner: Kimmiş bu kurum, sizi kandırmasınlar sakın?

       Ece: Mevcut koşullardan daha büyük bir risk değil ki…

Taner: Oğlum organ mafyası var uyuşturucusu var dikkatli olun bak bir de sizi dert etmeyeyim. (Herkesten sorumlu bir mafya babası pozunda uzaklara dalar. Diğerleri onun bu haline güler.)

         Savaş: Ne güzel… Umarım hayal kırıklığı yaşamazsınız…

Umut: Asıl harekete geçmezsek kötü oluruz abi. İnsanların bize ihtiyacı var. Onların yaşadıkları yanında bizim yaptıklarımız ne ki…


Savaş: Haklısın haklısın da, bu ülkede iyi şeyler yapmaya çalışanın sonu hiç iyi olmuyor. En başta kendi içindeki dost bildiği batırıyor iğneyi.

        Ece: Neden öyle dediniz ki?

Savaş: Bugün hastaneye son kez gittim. Artık istifa mı olur bir daha gitmemem için kendimi yok etmek mi olur bilemem... Yirmi yıllık çalışma, gece demeden gündüz demeden tatil matil hak getire, insanlar için, iyi olsunlar diye…

Umut: Doktor musunuz?


Savaş: Doktordum. Artık pilim bitti, game is over benim için.


        Ece: Hiç olur mu öyle şey? Hele ki bugünlerde pes etmeniz çok kötü.

Savaş: Pes etmedim! Tükendim, size de böyle içimi döktüm ama… Kelimenin tam anlamıyla tükendim. Yolun sonundayım artık. Ne için bunca emek, çaba? Siz gençsiniz tabii, şimdi idealleriniz var, onların peşinde deliler gibi kendinizi heba etmek var. Hayattan silleyi yemediniz daha. İnsanlardan, sistemden mideniz bulanmadı henüz.

Ece: Yo, hiç de öyle değil. Tam olarak öyle değil yani. Umut da ben de diğer arkadaşlarımız da sistemin insanlara neler yaptıracağını biliyoruz. Bunun için sistemin ne kadar açmazı defosu varsa ona göre konumlanıyoruz. İşte evsizlere yardım ediyoruz, mültecilere yardımımız dokunsun diye Arapça öğrenmeye başladık. Ama siz, gemiyi terk ederek kendi faydanızı yok sayıyorsunuz, topluma sırtınızı çeviriyorsunuz.

Savaş: Adınız neydi?

Ece: Ece ben.

Savaş: Bak Ece, sizin taze enerjiniz eminim çok faydalıdır toplumun geneline. Beni anlayabilmeniz şu an için çok zor. Bilmediğiniz çok şey var. Deneyim insanı biraz da kurnazlaştırıyor. Yaşım gereği ben de sanırım o noktadayım. Anlatamadım değil mi? Neyse madem döküldüm bir kere, tam anlatayım. Daha somut anlatayım. Karım da doktor. Buradaki tıp fakültesinde okurken tanıştık, evlendik. Mecburi hizmetimizi Diyarbakır’da yaptık. (Taner heyecanla zıplar, Savaş’a yönelir)

      Taner: Vay benim Savaş kekem Amedliymiş meğer!

      Savaş: Dur yahu, salgın var uzak dur.

Taner: (Çepik oynamaya başlar) Ben de diyorum var abimde bir qırıklıh. Savaş abime qanım qaynadı, vey babo hemşerimmişsin ya abe!

Savaş: Tanerciğim eyvallah da abartma yahu, mecburi hizmet için gittik, üç yıl sonra çıktık geldik. (Diğerleri Taner’in neşeyle oynamasını izler, Taner oyun gereği yere çöktüğünde oynamayı bırakır. Diğerleri güler)

Taner: Neresindendiniz?

        Savaş: Gülpınar’dı görev yerim ama ilçeden gidip geliyordum.

Taner: (Hemşerisini görmüş olmanın sevinciyle Türkçesi bozulur) Baq baq, gençler baq adamın hası qarşınızda oturiy ha, bugüne bugün Amedli Savaş keke en zor zamanlarda gitmiş orada insanına hizmet etmiş ona göre konuşin oğlim! (TV’de duymaya alışkın oluğumuz kalıp cümleyi ciddiyetle kullanır) İçinde bulunduğumuz pandemi sürecinin önemini, zorluğunu en iyi o bilir. Karşılığında ne aldı ha? Ne aldı? Adamın maaşını vermiyurlar yav! Nöbet parasını döner sermayesini hani nerede? Al sana üçün biri! Haksız mıyım abe?

       Savaş: Haklısın valla aynen böyle oldu da… Sen nereden biliyorsun bunları?

Taner: (Taner’de hava bin beş yüz!) Bizim de kendimize göre haber kaynaklarımız var abe. Baq bu adam istifa noktasına gelmişse var ya, yüzde bin beş yüz haklıdır. Yenge ne diyor senin istifaya?

Savaş: Bilmem, umurumda değil. O zaten pandemiden önce ayrılmıştı çalıştığı hastaneden. Yeni bir yerle anlaşacaktı, vazgeçti. Zorluklar karşısında hep öyle yapar. Çocukları alıp annesinin yazlığına gitti. Benim hastanede olay çıkardığımı duymuş olacak ki arıyor sabahtan beri.

Umut: İyi de Savaş abi, sizin de şimdi eşinizden pek farkınız kalmadı. Kusura bakmayın ama ne bileyim sınır tanımayan doktorları düşününce sizinkisi tipik üst tabaka tepkisi gibi geldi bana.

Savaş: Belki de dediğin gibidir. Ama artık önemi yok benim için. Bitiş çizgisini geçtim. Bu kadar hakareti, haksızlığı, yok sayılmak bir yana aşağılanmayı hiç kimse kaldıramaz. Devlet desen ortada, insanlar desen her zamanki gibi cahil ve ukala ve bencil ve arsız. Adam covid teşhisi almış, eve gitmesine izin vermediği için hemşirenin yüzüne tükürüyor. Kaçmak isteyen bir diğeri güvenlikçinin silahını alıp adamı bacağından vuruyor. Neymiş, kendini iyi hissediyormuş. Karım çocukları alıp gidince evde kalamadım. Eşyalı başka bir ev tuttum hastaneye de yakın. Ev sahibi üçüncü gün çık diye tutturdu. Apartmandakiler kapıma yazılar bırakmaya başladı. Doktor olduğumu öğrenince onlara hastalık getireceğim diye… Nöbetten dönmüşüm yorgunum, duş alıp iki saat uyuyup tekrar hastaneye gideceğim, eşyalarımı apartman kapısının önüne koymuş ev sahibi. Kilidi de değiştirmiş. Koca apartman camlara çıkmış bana bakıyor, o nefret dolu bakışları görecektiniz… Normalde doktora evlerini güle oynaya verirler, asansörde karşılaşsan ayaküstü muayene isterler. Tiksiniyorum bu riyakârlıktan. En çok da bu toprağa özgü bu sahtekârlıktan. Kime neyi anlatabildik ki bu ülkede şu salgında da anlatabilelim? Bitti artık ben yokum. (Sessizlik)

Savaş: Bir noktası vardır herkesin, inandığı her şeyin çöktüğünü gördüğü, halının altı dolmuş, istesen de itekleyip örtemiyorsun. (Umut’a) öyle üst tabakadan falan bir adam da değilim ben. Öğretmen çocuğuyum. Dedem de ilk köy enstitüsü mezunlarından. İdeallerin içine doğdum anlayacağın. Hiç kimseye ayrımcılık yapmadım. Tersine, sistem kimi dışarı attıysa el verdim. Gücüm yettiğince bende olanı paylaştım. Bir gün bile karımdan başkasına yan gözle bakmadım. Ne için? İlk krizde beni yalnız başıma bırakması için mi? Benim yüzümden psikiyatriyi değil de pediatriyi seçmişmiş. Psikiyatrist olsa deli para kazanırmış. Tüm derdi bu anlıyor musun? Daha çok para. Böyle biri değil esasen. Bir şey oldu ne oldu bilmiyorum, dünya malını önemser oldu. Çocuklardan sonra desem hiçbir şeyleri eksik değil, fazlasını ne yapacaksın sen hekimsin yahu! Senin vazifen şifa vermek, insanları iyileştirmek. Akşama kadar sosyal medyada yaşam koçu, yok ilişki uzmanı beş para etmez tipleri görüp kendi tercihlerini sorguluyor. Psikiyatri ile o tiplerin ne alâkası varsa! Onu da yanlış anlıyor. Sen hekimsin yahu, hekim! Tüccar kılıklı tiplerle ne işin olur, ne diye özenirsin onlara? Çok da iyi bir hekimdir ha, acayip teşhisçidir, çocuğu getir karşısına yüzünün renginden anlar ne olduğunu. Yok, bir türlü kendini önemsemiyor. Olmadığı kişi olmak için makas değiştirecekmiş. Lafa bak! Orada da bana yer yokmuş çünkü uyum sağlayamıyormuşum. Çocuklarımızın olmasını ben istemişim o aslında anneliğe hazır bile değilmiş. Hayat onun için de bir kerelikmiş. Bunlar bana fazla geliyor, dayanamıyorum artık. Hele bugünden sonra dönüş yok benim için.

Ece: Kadınların en büyük açmazını dile getirmiş aslında. Anneliğe hazır değilken çoktan kendini anneyken görmek zor tabii. (Taner konuyu değiştirmek ister)

       Taner: Seni de görürüz Ece kardeş, yarın öbür gün Umut’la evlenirsin çocuklarınız         olur ondan sonra de diyeceğini.

        Umut: Abi yanlışın var biz sevgili değiliz Ece’yle. Yani eskiden sevgiliydik şimdi      yakın arkadaşız.

Ece: Evet.

 

Taner: (Şüpheci) O nasıl oluyor öyle yav? (Ece ve Umut güler. Sahneye paldır küldür giysileri leş, saçı sakalı karışık Sado girer. El fenerini Taner’in yüzüne tutar.)

        Sado: Taner, Taner sen misin oradaki?

        Taner: Ooo Sado, gel gel iyi insan lafın üstüne gelirmiş. Bak bu gençler…

Sado: Taner yaralı var.

Taner: Yapma be, intihar mı yine?

Sado: Yok bu seferki bizim oradan, Afgan bir genç. Dövmüşler, yüksekten atmış alçaklar. Acil doktor bulmam lazım. Arasana ambulansı. (Savaş ayağa fırlar, Sado’nun yanına gelir.)

Savaş: Yaralı nerede?

Sado: Sen kimsin?

Savaş: Doktor Savaş. (Sado, covid korkusuyla cebindeki kirli tıbbi maskesini çıkarıp takar aceleyle, iki adım gerisine sıçrar Savaş’ın. Diğerleri dik dik bakar ona)

Taner: Yav Sado açık havadayız babam! (Sado utanır, maskeyi burnunun altına indirir.)

Sado: Gelin benle.

 

Savaş: Arabadan çantamı alıp geliyorum. (Savaş arabasına gider, sırt çantası ile gelir.)

Taner: (Sado’yu takip ederken söylenir.) Bir maskeyi çok gördüler. Doktor adamın bile seninki gibi maskesi yok, nereden buldunsa!

         Umut: Taner abi biz de gelelim.

         Taner: Gelin gelin, lâzım olursunuz belki. Aradığınız yere gidiyoruz zaten.

 

 

 

II.   Sahne

 

(Sahne değişimi başlar. 2. Sahneye geçişte müzikle birlikte bolca ışık oyunu-takip ışığı kullanırız. Sahnedekiler, mağaraya inerken kayalıkta kiminin ayağı takılır, kimi tökezler. Mağara, onların oturduğu falezler parkının aşağısındadır. Birbirlerini tutarak, dikkatle mağaraya gelirler. Kör karanlığın içinde ışık dolu bir mağaranın yan kenarındayız. Mağaraya çekilen kaçak elektrik hattıyla mağaranın içi ışıl ışıldır. Sado, diğerlerini girişte eliyle durdurarak içeri girer onun duvara yansıyan devasa gölgesini görürüz. Sado çıkar, onları içeri çağırır ve mağaranın girişi döner sahneyle seyirciye döner, mağaranın içini görürüz. Sado ve Taner dışındakiler büyülenmişçesine bakakalır. Kâğıt toplama arabaları, yerlere serilmiş yorganlar, mağara duvarına asılmış giysiler, pet şişeler, derme çatma mutfak, piknik tüpü, demlikler, leğenler, vs… )

       Sado: Gelin. Gelin gelin. Yahu gelsenize! Adam yemiyoruz!

       Taner: Hadisenize.

Savaş: Merhaba! (Mağaranın içi her yaştan insanla doludur. Bu insanlar bakımsızlıklarına, derbeder görüntülerine rağmen ışıl ışıl parlayan gözlerle davetsiz misafirlere bakar.)

Savaş: Sado, yaralı nerede? (Aynı anda mağaradakilerin çemberi iki yana açılır, yerde kan revan, bitap düşmüş, kolu başı çatkıya sarılı, iniltiler içinde yaralı bir genç. Savaş yaralıya yönelir, malzemelerini çıkarır, tansiyonunu-nabzını ölçer, gözlerine ışık tutar) Çocuklar, yardım edin. Çantamdan sargı bezini, pamuğu, alkolü verin. (Yaralarını temizler, sarar. Başındaki yarayı inceler, çantasından aldığı boyunluğu yaralıya takar.) Ambulans çağırdınız mı şimdiye kadar?

       Sado: Yok babam seni gördük getirdik işte.

Savaş: Tamam, derhal hastaneye gitmeli. (Telefonuna davranır.)

Sado: Buraya mı gelecek?

Savaş: Mahsuru mu var? (Sado, Savaş’a yaklaşır.)

 

Sado: Doktor, çocuğu çıkaralım yukarı parkın oraya, ambulans oradan alsın. Buraya gelemezler zaten.

      Savaş: Çok acele etmeliyiz yoksa ölür. İç kanaması var mı yok mu bilemiyorum.

      Sado: Sen bize bırak, beş dakika sonra ara. Olur mu?

       Savaş: Peki…

Sado: (El kol hareketleriyle karışık komut verir.) Çabuk, onu yukarı götürmemiz gerek! Çabuk! (Kalabalık hareketlenir. Genç erkekler komutu alır almaz yaralıyı derme çatma sedyeyle ya da çarşaflarla taşıyıp mağaradan dışarı çıkarır.)

Savaş: Başına dikkat edin, kıpırdamasın! (Kalabalığın bir kısmı hastayla birlikte çıkar, Sado az sonra geri gelir.)

Sado: Ara şimdi. Falezlerin üstündeki parkta yaralı var de. Arabamla geçerken gördüm de. (Savaş, komutu alır almaz telefonunu tuşlar.)

Savaş: İyi nöbetler, Doktor Savaş… Falezlerin üstündeki parkta ağır yaralı hasta var, ilk müdahaleyi yaptım. Ambulans yollar mısınız? Evet falezlerin üstündeki parkta. Erkek, 20’li yaşlarında, darp, yüksekten düşme. Kafa travması var gözüküyor. Tamam.

Sado: Gel benimle. (Savaş’la Sado çıkar.)

 

(Taner’le Umut bir köşeye oturur, Ece bebekli bir kadının yanına gider.)

 

Ece: Marhabaan, kam hu latif taflak (Merhaba, ne tatlıymış bebeğin.) (Çantasından çıkardığı meyveleri uzatır.) Al, al ye. Süt yapar, bebek için faydalı. (Karşısındaki kadın gülümser, meyveyi alır, teşekkür eder. Ece ayaklanıp mağaranın gerisinde oturanların yanına gider. Mağarada kenarlara toplanmış süngerler, döşekler arasında vurmalı- telli çalgıları görür.) Umuuut, koş!

Umut: Ne oldu, iyi misin?


       Ece: Gel, bak burada ne var… Hadi, bir şarkı söyleyelim.

       Umut: Ece sırası mı şimdi?

      Ece: Sırası tabii… Bu kadar müzisyeni bulmuşken… N’olur… (Ece, kendinden geçmişçesine çalgılara yönelir, çalgıların başında duranlardan izin ister. Onay alınca gitarı Umut’a verir, erbaneyi kendisi alır. Birer taşa otururlar. Umut gitarı çalmaya başlar. Ece’ye bakar, Ece, başıyla onaylayarak erbaneye usul usul vurur. Lizeta Kalimeri’den Salome’yi söylemeye başlar. Huşu içinde şarkıyı söylerken çemberin dışından şarkıya eşlik eden kemanın sesi duyulur. Taner, efkârla sigara yakar. Ud sesi de karışır şarkıya. Herkes saygıyla şarkıyı dinler. Ece şarkıyı bitirir, gözlerini açar.)

Ece: Taner abi, su var mı yanında? (Taner, elindeki poşeti uzatır Ece’ye. Sessizlik olur. Ud ve keman çalanlar yeni bir şarkıya giriş yaparken Ece onlara eşlik eder. Umut’la Taner, sahne önünde bir yere çöker.)

Taner: Neydi o şarkı abicim?

 

Umut: Ece’yle söylediğimiz mi? …Bizim şarkımızdı. Meis adasında tanıştığımız akşam, tavernada bu şarkı çalıyordu.

       Taner: Tanışmak için adaya mı gittiniz? Siz de çok cinsmişsiniz be kardeşim.

Umut: Rastlantı. Burada hep aynı ortamlardaymışız ama denk gelmemişiz. Aslında her şey rastlantıydı. Annemle babamın evlilik yıldönümüydü. Normalde onlarla tatile çıkmam ama işte, annem çok ısrar etmişti. Babamın yatıyla dört gün dört gece, eş dostu da aldılar. Denize açıldık. Bir akşam Meis’de yemeğe çıktık. Ece de işte bizim bu kuruluşun işleri için gönüllü olarak adadaymış. Kaldırımda birkaç arkadaşıyla şarkı söyleyip para topluyordu kuruluşa.

Taner: Lan oğlum kaç yaşındasınız siz böyle? On kitaplık hikâyeniz olmuş. Eee sonra?

      Umut: Sonrası, çok yakın arkadaş olduk işte.

       Taner: Sen de mi gönüllüsün?

Umut: Evet. Benim yaptıklarım Ece’ninkilerin yanında bir şey değil. O kendini, bütünüyle adıyor onlara. Nasıl desem, sanki kendisi de onlardan o zavallı insanlardan biri gibi. O haksızlıklara uğramış da, kendisi için hayat mücadelesi veriyor gibi. Baksana nasıl mutlu onların arasında. (Mağaradakilerle birlikte şarkı söyleyen Ece’ye bakarlar.)

Taner: Anladıııım, sınıfsal farklılıklardan ayrıldınız siiiz… Tamam yahu, şimdi oturdu kafamda. Ama bana pek ayrılmışsınız gibi gelmiyor ha, onu söyleyeyim.

Umut: O istemiyor artık.

Taner: Umut! Umuuut!!

        Umut: Ne var abi niye bağırıyorsun buradayım.

Taner: Adını unutmuşsun sen, Umut! Umudunu kaybetme kardeşim. (Taner abartılı el kol hareketleriyle Umut’a söylev çekerken sesini duymayız, mağaradakiler Jamal Slitine’den Hobbi Lak’ı söylemeye başlar. Oyun müzikleri için müzisyenle çalışma imkânımız olursa vurmalıların yoğunlukta rebab, ud ve santurun da olduğu bir müzik ve doğaçlama vokal hazırlayabiliriz. Sado, Savaş ve birkaç mülteci girer, Sado müziği susturur.)

       Sado: Çengi de getirseydiniz bari! Ayıp yahu!

      Taner: Sado karışma yav, stresini atıyor garipler. Ece kardeşin de sesi bir güzel ki.

      Ece: Savaş abi, ne olmuş arkadaşa?

      Savaş: Fena dövmüşler.

      Taner: Sado kim yapmış ne olmuş bir anlatsana. (Savaş’la Sado yanlarına oturur.)

       Sado: Leş yiyiciler, kan emiciler! Bire üç adam dövmek hangi kitapta yazar?

       Taner: Kim yapmış, göster!


Sado: Otur otur, celallenme. Bir değil iki değil... Milyon tane haysiyet yoksunu, hangi birine ne yapacaksın? Kamyonuyla geçerken, Ömer’in kâğıt arabasına çarpmışlar. Üçü birden oğlanı dövmüşler, kafasını yere vurmuşlar. Yetmemiş yukarıda merdivenler yok mu, oradan aşağı atmışlar!

Umut: Üf… Yaşayacak mı?

          

       Savaş: Ameliyata aldılar. Kafatasında çatlak var.

      Ece: Burada sürekli mi kalıyorlar?

      Sado: Sürekli kalıyorlar ama bu yüzler var ya, sık sık değişiyor. Leyli meccani…

     (Leyli meccaniyi duyan Savaş, Sado’ya bakar.)

       Savaş: Liseyi ben de yatılı okudum.


Sado: E anlat o zaman doktor, senin yolun niye düştü buraya? Madem sabahçıyız, birbirimizi dinleyelim hele adaptandır.

(Onlar konuşurken arkadakiler kendi aralarında konuşur, kimisi çay içer kimisi uzanır, cep telefonuyla uğraşanlar, usulca enstrüman çalanlar, bir iki kitap okuyan…)

Savaş: Hiiç… Sıkıntılı bir dönemdeyiz malum. Hastanede başhekimle tartıştım bugün. Zaten herkesin canı burnunda. Hepimiz, hademesinden hemşiresine canımızı ortaya koymuş çalışıyoruz. Utanmadan bizi azarlıyor bir de. Nefret ederim azarlayan tiplerden. İstediğin küfrü et, kolay kızmam ama birisi beni ya da yanımda duran herhangi birini azarladığında çıldırıyorum. Neyse işte. Sıkıldım, duramadım hiçbir yerde hava almak için gelmiştim yukarıya. Taner’le karşılaştık işte sonra da Ece ve Umut’la.

Sado: Taner ustadır zaten falezlerin muhtarı gibi, her gelenle arkadaş olur. Taner: Yook, öyle herkesle arkadaş olmam. Tartarım ölçerim, ondan sonra! Umut: Biz geçtik mi bari gümrükten Taner abi?

Taner: (ağırdan alır) Yani... (gülerler) Yav baktım Savaş abi güzel bir insan belli yani. İnsan sarrafı olduk kaç yıldır artık. Canı sıkkın görünüyordu, dertleşelim diye şarkı açtım falan. Pek anlatmadı derdini ya, dünya derdi bitmiyor işte. Umut’la Ece kardeş biz laflarken geldi, onlar da burayı arıyormuş zaten.

(Sado’nun tek kaşı havaya kalkar)


Sado: Niye ki?

 

Ece: Sado abi, doğrudan konuya girelim. Umut’la bir yardım kuruluşunda gönüllüyüz… Pandemi sonrası mültecilerin durumunu iyileştirmek için ne yapabiliriz diye düşünüyoruz. Burası da onların yaşadığı yer diye, gelip görmek istedik.

Sado: Ne yapacaksınız peki?

 

Umut: Raporla bildireceğiz abi. Onlar da duruma göre bürokratik ya da değil ne yapılabilir ona bakacak. (Sado, Taner’e bakar) Ne oldu abi?

Sado: Durumları ortada işte! Oğlum bakın, bu insanlar yeteri kadar zor durumda. Şimdi sizin bu kuruluş in midir cin midir… Neredeyse her gün dayak yiyor bunlar, hakaret duymadıkları gün yok. Şimdi yasayı da değiştirdiler, geldikleri ülkeye iade edilebiliyorlar artık. Gidemiyorlar, geri de dönemiyorlar. Arafta kaldılar böyle! Daha önceki gün 130 zavallı Akdeniz’e gömüldü. Haberiniz vardır.

(Umut’la Ece onaylar.)

 

Savaş: Ne olmuş?


Sado: Lastik bota 130 kişi binmiş Akdeniz üzerinden açılmışlar. Şanslarını denemişler diyeceğim ama şans bile yok kardeşim göz göre göre ölüme gitmişler. Bottan yardım çağrısı gelmiş Çarşamba günü, batıyoruz diye. Duymazlıktan gelmişler tabii. Çoluk çocuk kadın kız, 130 kişi öldü düşünebiliyor musun?

Savaş: Hadi be!


Sado: Utanmazlar 27 saatin sonunda gitmişler güya yardıma. Can mı dayanır onca saat suyun içinde. Bir tek devlet yok bu garibanları gerçekten düşünen. Hepsi kendinden uzak dursun diye kışkış ediyor bunları. Uluslararası sularda ya bunlar. Kimse canlının peşinde değil. Sanki onlar da çok meraklı senin ülkene. Adamın nefes alacak hali kalmadı ülkesini karıştırdınız. Ölmeyi bile göze alarak pis bir yolculuğa çıkıyor. Kolay mı? (Ece’ye) Siz şimdi ne yapmak istiyorsunuz? Olayınız ne yani gençler? (Kül yutmadığını ağırbaşlılıkla belli eder.) Bana, sadece mağaradakilerin durumunu rapor etmeyeceksiniz gibi geliyor. Siz bana deyin hele, gizli hedefiniz nedir?

(Umut’la Ece birbirine bakar.)

 

Ece: Şey… Bu hattın en işlek yerindeyiz Sado abi, sen daha iyi bilirsin. Uzun zamandır mültecilerin durumunu izliyoruz. Sadece buradakileri de değil. İşte rotada olan Yunanistan, İtalya sonrasında Avrupa’nın dört tarafına dağılana kadar hayatta kalabilmelerini sağlamak istiyoruz.

Sado: Nasıl olacak o?

 

        Ece: Bizim bu kuruluş büyük bir gemi almak üzere. Hedefimiz o gemiyle yüzen     ambulans gibi düşün, açıklarda mahsur kalan böyle mültecileri kurtarmak.

Sado: E şimdi bu pandemiyi bahane edip daha da sıkılaştırdılar ya, çok zor o söylediğinin gerçekleşmesi.

Ece: Sado abi, belki de o kadar zor değildir? Biz burada neler olduğunu bildireceğiz onlara, sonrasına sonra bakacaklar.

(Arkadakilerden iki kişi çay servisi yapar.)

 

Taner: Alın alın, çekinmeyin yav Sado’ların çayı çok güzel olur. Çünkü… ateşe sadece odun değil kendi yurt özlemlerini de katarlar, çay sıla kalbiyle demlendi mi böyle güzel olur işte. (Bardağı kaldırıp rengine hayranlıkla bakar. Savaş bir yudum içer.)

Savaş: Gerçekten çok güzelmiş çay.

 

Taner: Afiyet olsun abim. Yalnız Ece kardeş, senin bu söylediklerin pratikte olması neredeyse imkânsız şeyler. Teorin güzel, güzel de pratikte teoriyi uygulamak noktasında sıkıntı var.

Umut: Taner abi biz de farkındayız somutta o kadar kolay olmayacak ama yine de deneyeceğiz.

Ece: Eylemsizlik eylemlilikten daha iyi bir şey değil ki? Deneyeceğiz. Olmazsa da başka yollar arayacağız. Doğrudan eylem dediğimiz…

Sado: (Kısık sesle) Buradakileri de götürebilir misiniz?


Ece: Umut’la benim asıl niyetimiz bu, buradaki mülteciler, yani illa ki gitmeleri gerekiyorsa onların sağ salim karşı kıyıya ayak basmasını sağlamak. Bir sürü insan… Orada şansları daha açık olacaktır eminim. Birkaç haftaya kadar haberin gelmesini bekliyoruz.

       Savaş: Sizin bu gemi hangi ülkeye bağlı?

Ece: Ülkemiz yok. Geminin adı da kuruluşun adıyla aynı: No-Land… Dünyanın dört bir tarafından gönüllüyle açılacak. Gemiye yakıt ikmali, gıda, içme suyunu da ihtiyaca göre hangi ülkeye yakınsa oradaki birim, botlarla gelip takviye yapacak. Uygun izin çıktığında da gemi limana yanaşıp içindeki mültecilerin o ülkeye ayak basmasını sağlayacak. Geminin kaptanları, mürettebatı dönüşümlü çalışacak.

Savaş: Sizin göreviniz ne?


Ece: Umut’la ben Antalya birimiyiz. Buradaki gibi yolculuğa çıkacak mültecileri haber veriyoruz genel merkeze, onlar da takibini yapıyor. Muğla, Aydın, İzmir, Çanakkale, Edirne’den de bizim gibi gönüllü arkadaşlarımız var. Ülkeler pandemi bahanesiyle ne kadar yasaları değiştirip, gelen mülteciyi geri gönderme haklarının olduğunu ilan etseler de havalar ısındığı için bu yolculukların tekrar başladığını biliyoruz.

Umut: Pandemiden biraz önce Edirne’de Meriç kıyısındaydık Ece’yle, oranın gönüllüsü arkadaşlarla Pazarkule’ye gittik. Abi, öyle bir hâl ki, bu taraf kovmak istiyor karşı taraf geri itiyor. Sınırda kalmış yüzlerce insan oraya yığılmış bekliyor. İnsan kaçakçısı tipin biri bizi uluslararası basından zannetti. Üstünden sular süzülen iki Somalili mülteciyi gösterip ‘bunları ben iki kere gönderdim, geri nehre atmışlar, yine göndereceğim’ dedi. Bir de bir böbürlenişi var, iğrenirsin. Öyle olmadığımızı anlayınca hemen ağız değiştirdi. ‘Yazık bu insanlara da, ben köylüyüm, burada ne oluyor bilmiyorum’ diye…

Sado: Milletin efendisine bak sen! Adam başı üç beş bin avroyu cukkalamayı bilirler ama! Köylüymüş!

Ece: (Daha çok Savaş’a) Kısacası, hepimizin elini taşın altına sokması gerekiyor. Herkes hazır, geminin bugün yarın açılmasını bekliyoruz. Mürettebatın hepsi gemiyle ilgili her türlü eğitimi aldı. (Savaş’ın gözlerinin içine bakar) Gemide bir tek doktor eksik. Dört yana haber saldık, yani güvenilir olanlara…

Savaş: (Ece’nin çağrısını üstüne almaz.) Yani gemi doğrudan bir karadan başka bir karaya mülteci getirmeyecek, açıklarda, zor durumda olanları gemiye alıp güvenli bir yere bırakacak öyle mi?

       Umut: Evet abi işleyiş böyle olacak.

        Sado: Siz nasıl haberleşiyorsunuz bunlarla?

       Umut: E-mail, whatsapp, twitter üzerinden.

Sado: Gemi yakında açılacak diyorsun… (Umut onaylar.) Neyse konuşuruz bunları. Yalnız çok dikkatli olun. Bu işin tüccarları çok acımasız oluyor. Bizim burada sıkıntı yaşamazsınız da merkezde falan başka yerlerde yaptığınız işi gizleyin. Nereden ne geleceği belli olmaz.

Umut: Haklısın abi.


       Ece: Merak etmeyin, çok dikkatliyiz.

Taner: Yav Ece bacım nerede dikkatlisiniz? Bu akşam bizi tanımadan etmeden döküldünüz hemen. Zor bir iş sizinkisi, bir sürü çakal çukal var bu gariplerin sırtından geçinen. Çok dikkatli olmalısınız, kimseye güvenmeyin, örgütlerde gizlilik esastır! (Ece ile Umut birbirine bakar.) Ne oldu? Yalan mı?

Savaş: Canım sıkıştırma çocukları, örgüt falan deyip şimdi… Hem bu akşam ben de seni tanımadan bir sürü şey anlattım Taner, suç mu işledik yani?

Taner: Haşa babam! Yav Savaş abi ben öyle demek istemedim. Sen bu gece gelmesen (mültecileri gösterir) bu fakir ölüp giderdi, yalan mı Sado? Ölürdü çocuk senin müdahalen olmasa. Yani hiç olur mu öyle şey insanız birbirimizle konuşmazsak…

Sado: (güler) Tamam muhtar kıvranma şaka yapıyorlar. (Taner hafif alınmış)


        Taner: Biz de insan sarrafıyız herhalde Sado, pırıl pırıl gençler bunlar. Savaş kekem zaten on numara adam.

Ece: Taner abi, biz senin kim olduğunu biliyorduk. (Taner’in yüzü aydınlanır, önemli adam pozlarında)

        Taner: Ya, demek öyle? Nereden biliyorsunuz beni bakayım?

Umut: Ece’nin kuzeni Ela abla (Taner Ela’nın adını duyunca yüzü değişir, kızarıp bozarır) dedi ki sizi o mağaraya ancak Taner götürebilir.

Taner: Ela senin kuzenin demek. (Derin bir iç çeker.) Öyle dedi demek. Nasıl, iyi mi o?

         Ece: İyi, bebeğini büyütüyor.

Taner: Kız mı oğlan mı?

        Ece: Tatlı bir kız bebek.

Taner: Güzel. Allah analı babalı büyütsün. (Ayaklanır) Çay alayım ben, ayaklarım da uyuşmuş dolanayım az. (Mağaranın gerisine gider. Enstrüman çalanlarla konuşur.)

Sado: Yahu siz şimdi örgütten falan bahsediyorsunuz da, bizim muhtar da örgüt lideri pozlarına girdi iyiden iyiye. Siz örgütten ne anlarsınız? Ben örgütün allahını görmüş adamım. Bizim gençliğimizin örgütü, siz bilmezsiniz. İnsanlar adını duydu mu hazır ola geçerlerdi valla. Her yerde biterdi, her yerde. Faşolar örgütün adını duydular mı arazi olurlardı. Örgüt dedin mi öyle olacak, şimdikiler hanım evladı örgütü.

         Savaş: Sen neymişsin be Sado! Hiç belli etmiyorsun ama nerelerden geçmişsin.


Sado: Geçtik doktor geçtik! Ama en sonunda bütünlemeden sınıfta kaldık. Sen şimdi benim böyle göründüğüme bakma, kimse tahmin etmez bu Sado’nun bir zamanlar örgüt şefliği yaptığını. Sonradan böyle lümpen olduk. (Ece ve Umut’a, keyifle) Lümpeni açıklayayım. Marksist teoride vardır bu. Yani sınıf altı demek. Proleteryanın altında, biz de oraya düştük işte.

Savaş: Okul yarıda mı kaldı?

(Müzisyenler, Taner’in isteğiyle Ahmet Kaya’dan Korkarım’ı çalmaya başlar. Taner yanlarına çökmüş efkârla ve usulca müziğe eşlik eder. Gözyaşı olmadan ağlıyor gibi.)

Sado: Öyle oldu doktor. Biraz da kişisel, ailevi sebepler… (Taner’e bakar.) Muhtar dertlendi yine… Telefonundan açıp dinlete dinlete öğretti bunlara Ahmet Kaya şarkılarını.

        Ece: Sizde de eğilim varmış demek Sado abi.

Sado: Çok severim. Bizi anlatır Ahmet Kaya, gözüm. Her duruma en az bir şarkı söylemiş. Şimdi kim inanır Ahmet Kaya’nın öldüğüne. Yaşıyor işte, bak.

(Bir süre müziği dinlerler.)

 

Savaş: Güzel şarkıymış.

Ece: Eğilim derken, yani böyle bir yaşamı seçmeye eğilimliymişsin demek istedim abi.

Sado: Haa, sen o fasılayı diyorsun. (Sessizlik.) Eğilim değil gözüm biz zaten oradan geliyorduk. Örgüt elimizden tuttu da biraz adam etti. Eh elini çektiğinde de aynı yere döndük. Özümüz buymuş, yuvamız burasıymış demek ki. Yani sen öyle bakma, istesem aynı sizin gibi entel dili konuşurum. Ama artık oralara dönmek istemiyorum. Palamarları çözdük bir kere.

Savaş: İlginç bir insansın Sado. Burada kurduğun dünya, yaşama ne büyük katkın var. Helâl sana! Bu insanlar ne zaman çözecek palamarları?

Sado: Zamanı geldiği zaman doktor… Nazım demiş ki: (Es verir, hazırlanır. Nazım Hikmet’in Alarga Gönül adlı şiirini okur.)

         Alarga gönül:

Demir al… Kırmızı bir amiral gibi

kaptan köprüsüne çık…  Karşında deniz:

kaşı çatık sana bakan kocaman

mavi bir göz… Alarga gönül, palamarı çöz…

Amiral demir al…

Gönül kaptan köprüsüne çık… Çayır kokusu alan

bir tay gibi kokla açık denizleri… Çevirmesin senin kafanı geri geride kalanlara doğru giden dümen suyunun köpüklü izleri… Alarga gönül,

palamarı çöz… 

Amiral

        demir al…

Sür gemiyi dalgaların gözüne… kulak asma Fikret'in sözüne… Çocuğun anan olan:

        denize inan… 

       Alarga gönül daha alarga 

      daha alarga daha daha!                   

      Alarga gönül alarga…


(Şiir bitmeye doğru, müzisyenler şarkıyı yüksekten çalmaya başlar, Taner sağ elini sol göğsüne koyarak müzisyenlere teşekkür eder. Ön tarafa gelir. Savaş, Ece ve Umut ayağa kalkar. Sado da ayaklanır onlarla vedalaşır, hepsi duygulanmış, mağaradakilere selam vererek arkalı önlü sahneden çıkarlar. Müzisyenler şarkıyı çalmayı sürdürürken diğerleri uyumaya hazırlanır, yorgan döşek getir-götürü, boş çay bardaklarını tepsiye alıp tezgâha götürmek vs… Sado, gerideki ateşin önüne çöker. Ardında kocaman gölgesi ile müzik susmadan sahne yavaş yavaş kararır.)

 

ııı. Sahne

 

(Bir hafta sonra. Mağarada sıradan bir akşamüstü. Ortalık derlenip toparlanmış. Ateşte çay demlenmekte. Sado, sedirde yan yatmış elinde kalem kâğıt bir şeyler hesaplıyor. Arada bir saatine bakıyor. Mağaradakilerden dört kişi, Savaş ve Umut ameliyatlı, başı ve bir kolu sargılı Ömer’i taşıyarak mağaraya girer. Herkes yaralı için seferber olur, rabarba… Ömer gerideki yer yatağına dikkatlice yatırılır. Savaş ateş barut gibi öfkelidir.)

Sado: Demek erkenden taburcu ettin bizim oğlanı doktor! Geç geç şöyle. (Savaş’la Umut oturur, Sado, bir delikanlıya) Çay getirin.

         Savaş: Ben böyle bir cehennem görmedim.

Sado: (Şakaya vurur.) Yok yahu birkaç gün kalsan cennet gibidir bizim burası. Sabahın serinliğinde gelsen hele, gökdoğan korosu sana şarkı söyler…

Savaş: Burayı demiyorum Sado. (çaylar gelir.)

        Sado: Biliyorum doktor, latife ettim. Anlat hele ne oldu?

Savaş: Adam diyor ki, Ömer’in sigortası yok! Evet yok, biz sana var mı dedik? Tutturdu çıkması lâzım diye. Göreceksin o tavırları. Çocuğa boka bakar gibi bakmalar, yanındakilere bağırıp çağırmalar. Zaten yatış veremezmişiz de şimdi hele covid varken serviste daha fazla tutulmayacakmış. Al götür hastanı dedi bana.

Sado: Kimdir bu şahıs?

Savaş: Başhekim…

        Sado: Sen de aldın getirdin öyle mi?

Savaş: Aldım getirdim. Yalaka pisliğin tekisin sen dedim. Hiç beklemiyordu tabii. Yüzü gözü kızardı. Tutanak lafları geveledi yanındakilere şahitsiniz dedi. Onlara da döndüm. Siz de ne pısırıksınız be diye! Gün olur devran döner, senin de saltanatın biter dedim aldım Ömer’i çıktım geldim. İşte seni aradım, Umut da geldi yardıma. Olay bu.

       Sado: İyi olmamış doktor, başını derde sokmuşsun durduk yere.

 

Savaş: Sen de mi Sado? Bari sen böyle söyleme. Karım da yolda aradı, kendini bilmezsin, kendini de bizi de hiç düşünmüyorsun diye. Hastanedeki arkadaşlarından duymuş herhalde. Herkes niye bu kadar korkak? Zorbaya müsaade ettiğimiz için biz de suçlu olmuyor muyuz?

Sado: Korkuyla ilgisi yok doktor. Şimdi bak bizim sana ihtiyacımız var. Eşinin, çocuklarının sana ihtiyacı var.

Savaş: Tamam ben gene buradayım gene yardım edeceğim hepinize. Ömer’in iğnelerini yapacağım, kalan tedavisini üstleneceğim. Bir yere gitmiyorum ki! Onursuzlaşmam gerekmiyor ki! (Sessizlik.) Geçen hafta, buraya ilk geldiğim gün de bu adamın tavırlarından bezmiştim. İçim içimi kemiriyordu kaç zamandır, o gün ona doğru dürüst karşı çıkmadım diye. Bizim yatılı okuldaki müdür yardımcısına benziyor adam. Travmalarımı hortlattı resmen. Kimsin, nesin sen? Hademesinden asistanına, kardiyoloğundan dahiliyecisine herkese bağırıp çağırıyor. Nedenmiş? Arkası güçlü. Arkası dediğin de malum. Yalaka, zorba! Bu böyle gitmez. Her şey çürümüş. Kokmuş. Bu mesleği daha fazla yapamayacağım sanırım.

Sado: (Savaş’ın yüzüne ondaki isyanı gördükçe umutla bakar.) Senin ruhun mülteci olmuş doktor! Haysiyetinin peşinden gidiyorsun. Ne var ki çetin bir yol bu yol. Çok şeyini feda etmeni gerektirir. Kuşbakışı görüşe çıkmışsın, seyrediyorsun kendini. Anlıyorsun ki yuvan sensin. Ama unutma, sığınmacının vatanı ayaklarının altıdır. Bir kere gittin mi haysiyetinin peşinden alışır ruhun o özgürlüğe. Ayaklarının altı yanar durur, çağırır meçhul seni, hep gitmen gerekir peşinden. (Savaş Sado’nun sözleri üzerine düşünceli.)

Umut: Savaş abi şimdi olay taze diye öfkelisin haklısın da. Hekimlere muhtacız ama, mesleği yapamamak falan. Niye öyle diyorsun? (Mesaj bildirimi gelir, telefonunu kurcalar. Yüzü aydınlanır.)

     Sado: Umut doğru diyor doktor, kendine zarar. Dök içini rahatla da kaptırıp gitme       öfkenin peşinden.

Umut: (Ayağa kalkar, kabına sığmaz sevinçten) Müjdemi isterim! Sado: Hayırdır genç? Ver bakalım güzel bir haber, keyiflenelim. Umut: No Land açılmış, Akdeniz’e doğru geliyor!

(Vurmalılar hareketli bir ritimle çalar, Savaş dışındakiler ayaklanır, sahneye gelişi güzel girişler çıkışlar olur, Umut telefonuyla konuşmak için sinyalin güçlü olduğu ön tarafa gelir. Bir kulağını kapatıp bağırarak –Ece, aşağıdayız buraya gelin! Müzik yükselir. Savaş, düşünceli bir şekilde oturduğu yerde kalır. Bir mağaradakilere bakar bir önüne. Ece, Taner’le birlikte sahneye girer. Sado yanlarına gider, fısır fısır bir şeyler konuşurlar. Ece, Savaş’ın yanına gelir. Müjdeli haberi ona duyurur. Savaş coşkusuna katılmaz, başını sallar, tebessüm eder. Taner elindeki yiyecek poşetlerini mağaradaki gençlere verir. Müzik yavaşça biterken ön tarafta kimi oturur kimi ayakta.)

Sado: Vay be, doktor gördün mü bak? Hayat işte, bir kapıyı kapatıp bir kapıyı açıyor.

       Taner: Yav Sado sanki Savaş abem bilmiyor mu bu dediğini?

        Sado: Muhtar, fazla konuşma adamın canı sıkkın zaten.

        Taner: Abemin canı sağolsun. Kimmiş o başhekim göstersin bana, gerisi bende.

(Taner’in mafya babası pozuna gülerler.)

 

        Savaş: Neyse, boş verin benim durumu şimdi. Yolculuk ne zaman?

Ece: Sabah erken Konserve Koyu’ndan yata binecekler, dikkat çekmemek için üçerli beşerli küçük gruplar yapacağız.

        Savaş: Yatı nereden buldunuz? Güvenilir birisi mi?

Ece: Umut’un babasının yatı, Savaş abi. (Umut’la Ece güler.) Kaptanları Gültekin abi Umut’u çok sever. İşini kaybetmeyi göze aldı sağ olsun. No Land’e bizimkileri bindirip geri gelecek.

Sado: Hazırlıklara başlayalım. Doktor, sen de kal burada bu gece. Sabahı ederiz hep birlikte ne dersin?

        Savaş: Olur. Gidecek yerim artık yok zaten.

Sado: Şimdi, Taner, sen Ece ile Umut’u da al erzak işini halledin. Bizimkilerden kimse gelmesin dikkat çeker şimdi. Parka gelince haber verin oğlanları yollayayım yükünüzü onlar taşır.

Umut: Sado abi, erzağı doğrudan yata bırakalım hiç buraya getirmeyelim. İki iş olmasın.

       Ece: Doğru, zaten tekneye doldurduk bir şeyler. Takviye yapacağız sadece.

       Sado: Taner sana da uygunsa öyle yapın madem.

Taner: Uygun uygun. E haydi yürüyün, birkaç saate kadar geliriz. Bir emrin var mı Savaş abim?

         Savaş: Yok Taner, sağol. Kolay gelsin size.

Sado: Dikkatli olun.

Taner: Merak etme Sado. Bu ikisi var ya senden benden fişek! (Ece, Umut ve Taner sahneden çıkar.)

        Sado: Sen de uzan şuraya doktor, az sonra yıldızlar belirir bu tarafta. Yeni çay demlenene kadar uyu biraz. Ben ekibe yarınki yolculuklarını haber vereyim.

Savaş: Sağol Sado.


(Sado, mağaranın arkasına gider, herkes ona yaklaşır, çember olurlar yerde. Savaş sedire uzanır, gökyüzüne bakar, hüzünlü bir müzik çalarken arkadakiler Sado’nun fısır fısır anlatımı ve bol el kol hareketiyle verdiği yolculuk haberine sevinir, birbirlerine sarılırlar. Sado plânı onlara anlatır. Üç dakika kadar süren bu durum, mağaraya gelen silahlı 5-6 adamın gürültüsüyle aniden durur. Adamlardan ikisi hariç diğerleri ortalığı savaş alanına çevirir. Ortalığı dağıtmaya karışmayan adamlardan biri Kadir, diğeri de onun her zaman bir adım gerisinde bekleyen silahlı yakın korumasıdır. Savaş, refleksle arka tarafta yerde yatan Ömer’in yanına gidip onu korumaya alır. Adamlar Ömer’e vuracakken Savaş siper olur, Savaş’ı döverler. Bağırış çağırış… Kap kacak enstrüman ne varsa fırlatırlar oraya buraya. Önüne geleni darp ederler. Çocuklara ve kadınlara karışmazlar. Yumrukladıkları Sado’yu ikisi kollarından tutup Kadir’in önüne getirir. Sado’nun ağzı burnu kan içinde. Önüne getirildiği adam, Kadir, pahalı spor giysiler içinde kötü olduğu yüzünden belli, deligöz bakışlı, yer yer sakin ve aniden öfkeyle konuşan biridir.)

Kadir: Hoşbulduk Sado Bey! Kusura bakma biraz gürültülü geldik. Nedenini biliyorsun değil mi? (Sado’dan cevap yok.) Bilirsin bilirsiiin... Daha ne kadar bu şarlatanlığı sürdüreceksin? (Mağaraya bakar, diğerlerini gösterir.) Şu çöplüğe bak! Çöpçüler Kralı Sado Efendi! (Arkasındaki adamına başıyla işaret eder, adam Sado’nun başına palyaço şapkası takar. Sado direnir, şapka düşer, adam ona vurur şapkayı başına tekrar geçirir. Sado direnmez. Kadir kahkaha atar.) Taçsız kral olur mu hiç, minik bir hediye. Seni hep uzaktan izledim. Çok güldürdün beni. Nerden nereye… Kartallar yüksekten uçar değil mi? Seni karga seni. (sırıtır) Bu insanlıktan çıkmış garibanların sırtından kahramanlık yapmak ha? Çok ilginç. Senin beynini – eğer bu gece beynin yerinde kalırsa tabii, incelemeleri gerek. Neler geçiyor o karanlık kafandan Sadooo? (Giderek sinirlenir, bağırmaya başlar, ağzından tükürükler saça saça.) Sana gel dedim, birlikte iş yapalım dedim. Ne öne sürdümse kabul etmedin. Saygı duydum. Bir anlaşma yaptık seninle. Anladığını sanıyordum. Bilge geçiniyorsun ama kibrin seni aptallaştırmış. Taşımacılık benim işim, senin değil! Anlaşmıştık. Benim sınırıma girme dedim, dedim değil mi? Dedim. İş anlaşmasıydı Sado Bey! Sen bunu tek taraflı fesh ettin! (Sado’ya yaklaşır) Ne için? Ne için? (Es…) Belanı aradığın belli, allahın manyak meczubu! Şu tipe bak, soytarı seni! Burayı şimdi ateşe versem, bana hiçbir şey olmaz biliyorsun değil mi? Şükret ulan! Çocuğum doğmak üzere, vebal almamak için sana son bir şans veriyorum. İki gün! İki gün içinde burayı boşaltacaksın. Nereye hangi çöplüğe gidersin bilmem. (Sado’nun yüzüne eğilir.) İki gün sonunda burayı bomboş görmezsem, yanarsın! Anladın değil mi? (Doğrulur, adamlarına başıyla işaret verir, Sado’yu bırakırlar. Mağaradan çıkarlarken…)

Sado: Babana selam söyle. (Kadir, zınk diye yerinde durur, Sado’ya döner.)


Kadir: O işler geride kaldı, anlıyor musun? Aç gözlerini Sadooo! O devir kapandı. Bitti! Babamdan uzak dur. Seni hatırlamıyor bile.

Sado: (Moral üstünlüğü aldığı için keyifli.) Senin şu halini görünce iyi ki hiçbir şeyi hatırlamıyor diyorum. (Adamlar Sado’ya vuracakken Kadir durdurur.)


Kadir: Alayı bırak! İki gün! (Sahneden çıkarlar.)

(Adamların gidişiyle gerilen ortam çözülür. Adamların arkasından bakıp küfür edenler, el kol hareketi yapanlar… Savaş da arbededen nasibini almış, burnu kanar. Delikanlının biri bidon getirip eğilir, Savaş yüzünü yıkar. Kıpırtısız yerde oturan Sado’nun yanına gelir, nefes nefese çöker yanına.)

Sado: Bak doktor, yıldızlara döndük. (Savaş da gökyüzüne bakar, gülmeye başlar. Sado da güler. Gülme krizine girerler. Savaş Sado’nun palyaço şapkasına bakıp bakıp güler. Mağaradakiler de katılır, kahkaha bulaşıcı bir hastalık gibi hepsine sirayet eder. Sonunda durulurlar. Savaş, sırt çantasından gazlı bez, baticon vs çıkarıp bir kısmını mağaradakilere uzatır. Bir kısmını alıp Sado’nun başındaki yaraları temizler. Sado epey hırpalanmıştır.)

Savaş: Son yıllarda hastalar tarafından öyle çok darp edildim ki, alışmışım demek. Ömer’e vurmadılar neyse ki.

Sado: (Nefes nefese.) Diğerleri nasıl, ciddi bir şey var mı? (Sado öksürür.)

        

         Savaş: Senden daha kötü durumda olan yok.

(Mültecilerden birkaçı Sado’nun yanına gelir. Sado –iyiyim iyiyim, gidin dinlenin, der işaretle karışık. Birisi Sado’ya su getirir. Sado suyu yavaş yavaş içer.)

Sado: Sefilliği görüyorsun değil mi doktor? Bu manyağın babası çok eski bir arkadaşımdı. Öğretmen, idealist, emekçi bir adam. Bu it iyi eğitim alsın diye borç harç bunu özel okullarda okuttu. Emekli ikramiyesiyle geldi Antalya’da bir ev aldı, her şeyini kendi elleriyle yaptı. Şu eski taş evlere benzer, görsen öyle ruhunu katarak yaptı adam orayı. Hanımıyla artık rahat edecekti hesapta. Bak aklıma geldi, bu soysuz da yatılı okulda okudu ha yıllarca. Ana kucağından uzak durunca her şey olur belki de insan.

(Savaş, pansumanı bitirir, Sado’nun yanına çöker. Mağaradakiler de arkada eşyalarını toplamaya başlar. Nasıl olsa gidecekleri için bu olay yine de onların moralini bozmaz, birkaçı enstrümanlarını alır, akordu bozulmuş mu, alet hasar almış mı kontrol eder, ufaktan tıngırdatmaya başlar.)

Savaş: Bu psikopata mı acıyacağız şimdi Sado, alemsin. Stockholm sendromuna mı girdin dayağı yiyince, ne oldu? (Gülerler.)


Sado: Kurbanın celladına duyduğu hayranlık ha, doktor? Kim bilir... Ezgin toplumun çocuğuyuz toplumdan da bizden de her bok beklenir! (Gülerler.) Övünürdü babası, oğlum Kıbrıs’ta iş adamı oldu diye. Sonra bir haber, oğlan çamura batmış. Kumar borcu yüzünden ana babanın evini ipotekle kaybetmiş. Düşünebiliyor musun? Adam kahroldu, karısı hasta oldu bu hayırsızın yüzünden. Ne olduysa ondan sonra oldu. Üç beş yıl içinde bu gene palazlandı, paralandı, belli gene uğursuz bir iş yaptığı da insan kaçakçılığına kadar rezilleşeceğini düşünemedim. Hep duyardım adını Kadir Kadir diye. Astığım astık kestiğim kestik pis bir tip. Meğer Kadir dedikleri benim  arkadaşın oğluymuş işte. Geldi bir gün bana, buraya. O da beni duymuş tabii. Bu iştekiler cin gibidir uçan kuştan haberli olurlar. Hem gariban der hem her birini 3-5 bin avro olarak görür. Ne çelişki değil mi? Sonra Sado toplumdan neden kaçtı? Sado insandan kaçmayıp ne yapsın? İnsan donuna girmiş kötü ruhlardan sıtkım sıyrıldı be doktor!

Savaş: Al benden de o kadar! Ne yapacağız Sado? Ne yapabiliriz? (Mağaradakiler inceden bir müzik çalmaya başlar.)

Sado: Yaşamak gerek. Yaşayacağız doktor. Uzun günler, sıkıntı dolu gecelerden sonra, hayat denen kaotik muammada yaşam haritamızın yollarında sabırla yürüyecek, başkaları için çalışıp didineceğiz. İşimiz bu. Yaşayacağız…

       Savaş: Ne güzel söyledin. Sonra ne olacak peki?

       Sado: Hiç. Sonsuzlukta hiç olacağız ve nihayet rahat bir uyku uyuyup dinleneceğiz.

(Ece, Umut, Taner girer.)

       Ece: Aaa ne oldu size böyle? 

        Taner: Savaş abem, yav iyi misiniz?

Umut: Biz de kendimizi macera yaşadık sanıyoruz. Sado abi ne oldu? Polis mi geldi?

        Sado: Durun ya, ne polisi. Polis giremez buraya.

Savaş: Polis giremez ama mafya girer. (Gülerler.)

       Taner: Abem gülmeden anlatır mısın lütfen, biz merak ettim yahu. Sado?

Sado: Kadir geldi.

       Taner: Neee, yandık anam. Bittik biz. Bitti bu iş. Bozuldu.

       Sado: Taner panikleme yahu! Bir dur. İyiyiz zeval yok.

       Ece: Kadir kim abi?


       Taner: İnsan kaçakçısı, mafya. Büyük mafya. Büyük bela. Eli kolu uzun.

Sado: Kadir işte, gözdağı verdi bir şey yok. İki gün mühlet dedi, bu mağarayı boşaltacaksın.

Umut: Sen ne dedin abi?

         Sado: Babana selam söyle dedim gönderdim.

Ece: Ne alaka abi?

 

Taner: (Keyiflenir.) Vayy Sado’ya bak, artizdir haa, vermiş ağzının payını yollamış gördünüz mü? Aslanım Sado! (Yerdeki palyaço tacını görür, alır eline.) Bu ne yav? (Savaş gülmeye başlar. Sado’nun kabaran omuzları düşer.)

Sado: Uzun hikâye. Neyse, önemli olan şu: Plânımızda değişiklik yok. Bize iki gün süre verdiğine göre bu sabahki gidişten haberdar değiller. Önemli olan bunları sizin gemiye geçtikleri haberini almamız. Her şey hazır mı orada?

Umut: Hazır abi, bol bol paketli yiyecek, su koyduk yata. Can yeleklerini kontrol ettik, her birine düdük, fener, termal örtü ayarladık.

Savaş: Epey masraf etmişsinizdir, söyleseydiniz keşke benim de katkım olurdu. Bugün hastaneden ayrılırken bir sürü ilaç doldurdum çantama, onu da koyalım yata.

Umut: İlaç iyi olur işte abi, veririz yanlarına. Geri kalan şeyleri hallettik, hiçbir sorun yok. Güneş doğmak üzere, harekete geçelim mi?

Sado: Fecr-i kâzib belirdi demek… (Sendeleyerek zorlukla ayağa kalkar, diğerleri ona yardım eder. Yürüyüşü ağırlaşmıştır.) Haydi bakalım. (Mağaradakilere) Palamarları çözün aslanlarım!

(Müzik başlar, gökyüzü lacivert, yıldızlar pırıl pırıl parlarken, mağaradakiler bohça, denkleriyle toplanır. Ece ve Umut, buldukları bir eski örtüye sprey boyayla bir şeyler yazar. Mağaranın kapısına gitmeden önce asarlar. Henüz ne yazdıklarını görmeyiz. Mağaranın döner sahnesi yavaş yavaş dönerken gökdoğanların ötüşü başlar. Döner sahne birkaç tur döner, bu, mağaradakilerin yata gitmek için falezler üstündeki yürüyüşüdür. Yol boyunca Taner palyaço şapkasının mağarada ne aradığını sorup durur, şapkayı başına geçirmiş. Sahne solunda yata gidiş iskelesi belirir. –Yata gelişi, finali reel çekim yapıp sahne gerisinde barkovizyonla kayıttan da verebiliriz.- Mülteciler birer ikişer yata biner. Hepsi Sado’nun elini öpmeye yeltenir, Sado engeller. Ani bir kararla en son Savaş da biner yata.)

Taner: Savaş abe!

Umut: Abi?

        Savaş: Gidiyorum. Sen haklıydın Sado. İnsanın yuvası kendisiymiş.

Ece: (Mutluluktan havalara uçar.) Savaş abi, o kadar doğru bir karar verdin ki. Arkadaşlar çok sevinecek, hiç yabancılık çekmeyeceksin gemide.

        Savaş: Karar değil, bilerek yapmıyorum. Burada yapamayacağımı biliyorum     sadece. Burada tıkandım. Hiç değilse gemidekilere bir faydam olsun.

       Taner: Sadoo, yav ne konuştun Savaş kekemle, bak adamın aklı karışmış. Abem gitmeee! Yenge ne olacak, çocuklar?

Savaş: Yenge falan değil artık Tanerciğim. Bitti o iş. Çocukların nasıl olsa her zaman babasıyım. Ararım onları merak etme sen.

       Umut: İnsanların ona ihtiyacı var Taner abi…

       Savaş: Ahmet Kaya’nın o şarkısını benim için de dinleyin. Taner, üzülme.      Arayacağım hepinizi.

Taner: Söz mü abe?

        Savaş: Söz, tabii ki arayacağım. Görüşeceğiz yine. (Taner ağlamaya başlar.)

       Sado: Yolun açık olsun doktor.

      Savaş: Sağol Sado. Sen ne yapacaksın?

      Sado: Dükkânı kapattım. Bu adamlar artık rahat vermez. Başka bir mağara bulurum ben.

Ece: Biz de varız artık, Sado abiyi yalnız bırakmayız.

Umut: Tabii, ekip sağlam. Bizi merak etme Savaş abi.

Taner: Yolun açık olsun güzel abem. Hızır yolunu açık etsin.

Savaş: Sağol Taner, Sado, Ece, Umut… Hepinize çok teşekkür ederim. Kendimi yok etmeyi bile düşündüm şu son zamanlarda ama sizlerle tanışmak hayatımı değiştirdi. Var olun. Birbirinize iyi bakın. İnsan kalabilmek için hâlâ zamanımız varmış, palamarları bazen de koparmak gerek.

(Müzik başlar. Umut, yatın bağlı olduğu halatı miçoya atar. Yat demir alırken iskelede Ece, Umut, Sado ve Taner gidenlere el sallar. Güneş doğmaya yakınken yukarıda, mağaranın üstündeki örtü açılır, Ece ile Umut’un yazdığı yazıyı okuruz: No Land. Sahne yavaşça kararır. Perde.)


5 Mayıs 2021 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ferhan Şensoy ile Geriş’te Bir Buluşma

Erkan Yücel: Tiyatroda ne var ne yok?