Kısır akademik dünya beni yok saysın...

T.C.
KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ
GÜZEL SANATLAR FAKÜLTESİ
SAHNE SANATLARI BÖLÜMÜ
DRAMATİK YAZARLIK ANA SANAT DALI





YAŞAR KEMAL’İN ‘TENEKE’ADLI ROMANI VE AYNI  ADLI         OYUNUNUN  KARŞILAŞTIRILMASI BAĞLAMINDA
YAZAR-TOPLUMSAL KOŞULLAR İLİŞKİSİ
(Yaşar Kemal, Teneke, YKY, Ağustos 2007, 7.Baskı, İstanbul)











BİTİRME ÇALIŞMASI


HAZIRLAYAN
CEREN CEVAHİR GÜNDOĞAN




DANIŞMAN

Doç. Dr. SEMA GÖKTAŞ
Öğr. Gör. METİN BORAN



KOCAELİ/2010

















                                    Bir gerçeği hakkıyla anlatabilmek için
                             onu yaratmak gerekir.
                                                                  Yaşar Kemal






İÇİNDEKİLER:

YAŞAR KEMAL’İN TENEKE ADLI ROMANI VE AYNI ADLI OYUNU KARŞILAŞTIRMASI BAĞLAMINDA YAZAR-TOPLUMSAL KOŞULLAR İLİŞKİSİ

BİRİNCİ BÖLÜM

GİRİŞ                                                                                                                                       1

  I.ÇUKUROVA’NIN TOPLUMSAL YAPISININ DEĞİŞİMİ                         2
  II. ROMANIN SOSYAL ORTAMI                                                           5
      A. ROMANDA GÖRÜLEN FARKLI SOSYAL KATMANLAR               6
  III. OY VERME MEKANİZMALARI                                                     6
  IV. ROMANIN ÖZETİ                                                                          7
A.   ÇELTİK EKİMİ VE SITMA                                                             7
B.   YEREL MÜTEGALLİBENİN MERKEZİ HÜKÜMET ÜZERİNDEKİ ETKİSİ                                                                                           8
C.    YENİ KAYMAKAMIN ÇEVRESİNİN AĞALARCA SARILMASI         9
D.   KAYMAKAMIN UYANIŞI                                                              9
E.    ZEYNO KADIN VE KÜRT MEMED ALİ’NİN  ŞAHSINDA KÖYLÜ MÜCADELESİ                                                                                10
F.    KAYMAKAMIN SÜRÜLMESİ                                                          11

IV. ROMANLA OYUN ARASINDAKİ ÖNEMLİ FARKLILIKLAR      11
A.  TEMEL FARKLILIK: HER İKİ METİNDEKİ FARKINA VARIŞ VE       MÜCADELE EDİŞ VURGUSUNUN BİREYDEN KİTLEYE KAYMASI                                                                                  12
B.   ROMANDA OLMAYAN OYUNA EKLENMİŞ ÖĞELER                 17
C.   BİR DİĞER ÖĞE: FAŞİSTLER                                                   21
İKİNCİ BÖLÜM
        V. DEĞİŞİKLİKLERİN DÖNEMSEL TAHLİLİ                                 22
       A. 1950’Lİ YILLAR: SOĞUK SAVAŞ VE ANTİ-KOMÜNİZM                              22
         B. 1960’LI YILLAR: GÖRECE ÖZGÜRLÜKLER VE SOLUN YÜKSELİŞİ         24
        VI. SONUÇ: YAZARIN TOPLUMSAL GELİŞMELERDEN ETKİLENMESİ                                                                                     26
      DİPNOTLAR                                                                                  27
     KAYNAKÇA                                                                                    35
     
                                   ÖNSÖZ
   4 yıllık yazarlık eğitimim süresince öğrendiğim en kıymetli bilgi, okuduğum bir metnin yazıldığı dönemde yaşanan toplumsal olayları incelemem gerektiğidir. Bunun bendeki karşılığıysa, bireysel yaşamlarımızın toplumsal koşullara rağmen ve toplumsal koşullarla iç içe  geçmesidir… Her dönemde kendisini toplumsal olaylara karşı sorumlu ve ilgili hissetmeyen, bireysel dünyasıyla boğuşup gündelik yaşamın rüzgarıyla savrulan kimseler de olmuştur. Sanırım unuttukları veya bilmedikleri şey, ilgisizliklerinin dahi o günkü toplumsal yapıyla ilintili olmasıdır.
   Tezimde toplumsal yaşantının, siyasi, kültürel yapının üreten insanlar üzerindeki yaptırımlarını irdeledim. O dönemki Türkiye siyasi yapısını incelerken de doğal olarak diğer devletlerle olan ilişkiler de önem kazandı, Türkiye dışında yükselen akımlar, baskın politikalar Türkiye’ye ne şekilde etki etti? Teneke adlı roman ve oyun karşılaştırmasına tümden gelerek yaklaşmaya çalıştım. Ve bir yazar olarak Yaşar Kemal’in 1950’ler Türkiye’sinde yazdığı romanıyla 1960’larda oyunlaştırdığı aynı romanı arasındaki farklılıkları inceledim. Bu incelemede siyasi ve kültürel yapıyı  bu kadar yoğun ele alma sebebim budur. Yerleşik sistemler kadar kendimize yakın bulduğumuz oluşumlar, partiler, gruplar da bize duygusal baskı mekanizmaları kurar çünkü. Ben Yaşar Kemal’in romanı ve oyunu arasındaki temel farkın arada geçen on yıllık süreçte değişen toplumsal yapıdan kaynaklandığını düşünüyorum.
    Sistemlerin, örgütlerin, devletlerin, aile kurumunun, toplumun, ahlaksız politikanın içine doğarız… Büyükten küçüğe tüm bu özümüz dışındaki oluşumlar bizi baskı altında tutar. Sanatçıları bile sindirilmiş, özgün düşünceden uzaklaştırılmış tuhaf zamanlardayız… Bu zamanların, daha özgür ve cesur bireylerin olduğu zamanlara devrolması dileğiyle…

GİRİŞ
       İnsan, septisizmden uzaklaştığı an, ancak emin olduğu an kendinden uzaklaşır… Kıymetli yazarımız Yaşar Kemal’in edebi eserlerini, eşsiz anlatımlarını çocukluğumdan bu yana okumaktayım. Onun masalsı anlatımı, adeta bir sinema görselliğindeki dillere destan tasvirleri okuyan herkesin rüyalarına etki etmiş olmalı. Ağrı Dağı Efsanesi’ni okuyanlar belki de benim gibi yıllar sonra Ağrı Dağı’nı gördüklerinde kitabı okumanın doygunluğuyla ikinci kere geldiklerini düşünmüşlerse şaşırmam. Bununla birlikte, Yaşar Kemal’in 1955 yılında yayımlanan romanı Teneke ve 1966 yılında sahnelenen aynı konudan oyunlaştırılan Teneke  arasındaki farklılıklar neden dolayı ileri gelmiştir? Bence toplumsal koşulların yazar üzerindeki etkisinden…
   Roman ve oyun arasındaki farklılıkları, zaafları ele aldım ve tezimin uygulaması olarak Gece Kelebeği (Perperık-a Söe) adlı romanı (Haydar Karataş, İletişim, 2010, İstanbul) oyunlaştırdım. Dersim’de 1938 sürgünlerinden arta kalan çoğunluğu kadın ve çocuk olan köylülerin yaşamını anlatan bu romanı oyunlaştırma sebebimse, aradan çok uzun zaman geçmiş olması. Yaşar Kemal’in Teneke adlı romanı ve oyunu arasında da 10 yıl gibi bir zaman vardır.









  BİRİNCİ BÖLÜM
I.ÇUKUROVA’NIN TOPLUMSAL YAPISININ DEĞİŞİMİ
Yaşar Kemal’in romanlarına konu olan Çukurova, 19. Ve 20. yy’da çok önemli toplumsal değişimler ve çalkantılar geçirmiş bir bölgedir. Önce göçer aşiretlerin zorla yerleştirilmesinin ardından Çukurova’ya özgü bir  ‘feodalizm’in yeşermesi, eski göçer geleneklerini hala yaşatmak isteyen geleneksel beylerin bu kez kapitalist gelişmeye karşı direnmeleri; paranın egemenliğiyle birlikte yeni tür ağaların ortaya çıkışı ama bunların da henüz kapitalizmin temsilcisi konumunda olmamaları; sadece bir geçiş döneminin unsurları olmaları; ardından (1950’ler) traktörün ve kapitalist tarım işletmeciliğinin Çukurova’yı hem toplumsal ilişkiler hem de doğasal anlamda dümdüz etmesi, Çukurova’nın büyük toplumsal dönüşümünün aşamaları olarak görülebilir.
‘’Kadirli’nin Demirciler çarşısı tarihe karışmış çoktan. İskândan sonra, ‘o güzel insanların o güzel atlara binip gitmelerinin’ ardından, yerleşik düzene geçen Türkmen aşiretlerinin yeni yaşam tarzına uygun meslekler öne çıkmış. Demirciler Çarşısı Cinayeti’ndeki ‘sırmalı Türkmen eyerleri, altın işlemeli keçe bellemeleri, nakışlı, klaptan işleme at takımları’nı yapan saraçlar, ‘paslanmış şınalar, kırılmış tekerlek parçaları, dingiller, hamutlar, koşumlar, somunlar’ arasında Urfa’dan gelmiş soylu Arap atlarını nallayan nalbantlar ve ‘sokaklara sıykal, yunmuş arınmış, nakışlı, mavi, kırmızı, yosun yeşili çakıl taşları’ döşeyen taş ustaları, Türkmen beyleri çarşıya geldiğinde atlarının başını tutan tellallar kalmamış. Böyle olması da doğal. Beylik düzeni iskânla birlikte çökmüş çünkü, sürüp giden kan davaları, tarımda makineleşme, bataklıkların kurutulup, toprakta verimin artması, Çukurova’yı bir uçtan bir uca hızla ve şehvetle süren traktör sayısındaki baş döndürücü yükseliş hakkından gelmiş eski düzenin. Yarıcılık, ortakçılık, marabalık tarihe karışmış. Topraksız köylü fabrikalarda çalışır olmuş, büyük çiftliklerde üretim hızlanmış. Kapitalizm, aşiret kurallarına göre örgütlenmiş çarşıyı da kendi değerleri doğrultusunda yeniden yapılandırmış.’’[i]
Bu değişim, sadece toplumsal planda cereyan etmez; en büyük yansımasını çevre ve doğa üzerinde de gösterir.
‘’Romanlarımda da değişmeler başlıca konumdur. Koşullar değiştikçe insanın değişmesi, insan değiştikçe doğanın değişmesi, insanın bu macerası, hayranlık verici bir maceraydı benim için. Benim ülkemde birdenbire ovadaki ormanlar, bataklıklar, kamışlıklar yitiverdi. Birkaç yıl içinde hem de… Bir büyülü el gelmiş, Çukurova’nın üstünden geçmiş, toprağı değiştirivermişti. Bu, traktörün hüneriydi. Romanını yazdığım büyük Akçasaz Bataklığı birden kuruyuvermiş, yerine pamuk tarlalarına okaliptüs ormanına bırakmıştı. Sonraları o okaliptüs ormanı da pamuk tarlası oldu ya.’’[ii]
Yaşar Kemal’in burada sözünü ettiği bataklıklar elbette doğanın bir parçası olan ve doğanın dengesini sağlayan bataklıklardır. Yoksa Teneke romanında anlatılan, mütegallibenin yapay olarak köylere su baskını vermesiyle oluşturulan çeltik bataklıkları değil.
Devletin, göçebe aşiretleri yerleşik düzene geçmeye zorlaması, toprakların bir aşiret aristokrasisinin elinde toplanması sonucunda gitgide değişik türden bir ‘feodalite’ oluşması, köyden göç ve topraksız köylünün hızla proleterleşmesi, ayrıca Marshall Planı[iii] tarafından desteklenen, tarımda makineleşme, Çukurova’nın çehresini baştan aşağı değiştirmiştir. Bölgesel olmakla birlikte, çağdaş Türkiye tarihinde o zamana kadar bir eşine rastlanmayan bu dönüşüm, 1950’lere doğru ortaya çıkan ve yeni toplumsal ilişkilerin oluşumunu başarıyla yansıtan bir edebiyatın kaynağı olmuştur.’[iv]

 Yaşar Kemal ve Teneke de dahil romanlarının çoğu bu edebiyatı yansıtır.
Teneke’deki ağa-mütegallibe kesimi tam bu geçiş döneminin özgün bir unsurudur. Bunlar ne eski Türkmen beylerinin  ne de yeni tip kapitalist çiftçinin temsilcisidir. Bunlar, tam bir ara-geçiş döneminin unsurlarıdır. Soylu beylerin soyluluğundan eser yoktur onlarda. Para onlar için  her şeydir. Öte yandan kapitalist çiftçiliği becerecek bir gelişmişlikten de yoksundurlar.
Çağ dışı kalmış bu ‘soylu kahramanlar’, çıkar veya kendini savunma uğruna değil de yalnızca kendini korumak amacıyla birbirlerini öldürmek isterlerken, beylerin iktidarına göz dikmiş yeni zengin bir sınıfın, yani ağaların yükselişine tanık oluyoruz. Sınıf atlamalarını ahlaksızlıkla, cinayetle veya eski azınlıkların mallarına el koymakla sağlayan bu ağalar, memurları satın alıp onları parmaklarının ucunda oynatırlarken, beylerin koruduğu köylüleri daha çok ezebilmek ve toprakları daha çok işletebilmek için de devlet temsilcileriyle iş birliği yaparlar.’’[v]
 Teneke’deki ağalar, bu ağalardır.
Nedim Gürsel, bu günkü Çukurova’yı anlatırken artık o ağalardan da eser kalmadığını, Teneke’ye atıfta bulunarak şöyle anlatmaktadır:
Epeydir Çukurova’da çeltik ekimine, dolayısıyla sivrisinek egemenliğiyle, Teneke’den tanıdığımız çeltik ağalarının zorbalığına son verilmiş, Hasan’ın istidası sayesinde değil elbet, daha kârlı yatırım alanları açıldığından. İdealist kaymakamların ardından kasaba halkı teneke çalmıyor artık, Sazlıdere’nin huğları da çoktan tarihe karışmış.’’[vi]

II.ROMANIN SOSYAL ORTAMI

Roman 1950’li yılların başlarında, Çukurova’nın bir kasabasında geçmektedir. Eskiden beri yerel iktidar konumunu sürdüren mütegallibe (yerel zorbalar, eşraf) 1950 yılında DP’nin iktidara gelmesi ve para ekonomisinin giderek daha etkili olmasıyla birlikte kazanç kaynaklarını daha da geliştirmeye başlamıştır. Çok partili dönemin oy mekanizmalarını da artık bu yerel ağalar ellerinde tutmaktadırlar, dolayısıyla “Ankara” üzerindeki etkileri büyüktür. Kendi çıkarlarına ters düşen ya da direnen herhangi bir devlet memurunu derhal sürecek güçleri vardır. Kendi aralarında da çelişkiler olmasına rağmen ortak çıkarları söz konusu olduğunda derhal birleşmektedirler. Ekonomik güçleri sayesinde kasabanın sosyal hayatını bunlar belirlemekte ve yönlendirmektedir.
A.ROMANDA GÖRÜLEN FARKLI SOSYAL KATMANLAR
Romanda  görülen farklı sosyal katmanlar şunlardır:
1. Yerli mütegallibe, ağalar, eşraf ve onlardan beslenen bazı yerel esnaf veya memurlar (Örneğin romandaki “Siyasetçi” adlı arzuhalci tipi);
 2. Başta kasabanın en büyük mülki amiri Kaymakam olmak üzere yerel devlet görevlileri, memurlar;
3. Köylüler.

II. OY VERME MEKANİZMALARI
Köylülerin devlet ve hükümet üzerinde etkili olabilecekleri hiçbir araçları ya da silahları yoktur. Çok partili dönemle birlikte oy kullanmanın köylülere böyle bir araç sağladığı düşünülebilirse de aslında bu aldatıcıdır, çünkü halkın oy verme mekanizmaları da yerel zenginlerin elindedir ve bu mekanizma bile köylülerin aleyhinde kullanılabilmektedir.  Denilebilir ki, oy mekanizması, güçlü yerel zenginlerin elindeki en büyük silahtır merkezi hükümeti etkileyebilmek için.

III. ROMANIN ÖZETİ
Teneke romanı bu sosyal ilişkiler üzerine oturmaktadır. Teneke romanı ile oyunu arasındaki ilişkiyi incelerken  romanın konusunu özetlemek gerekmektedir.
A.ÇELTİK EKİMİ VE SITMA
Bir Çukurova Kasabasında çeltik ağaları, kırsal araziye su vererek çeltik ekimi yapmaktadırlar. Ne var ki, bu uygulama tamamen kanunsuz ve köylü halkın sağlığına aykırıdır. Kırsal bölgelere su verildiği zaman köyler su altında kalmakta, bir süre sonra balçığa dönüşmekte ve Çukurova’nın zaten baş belası olan sivrisineği ve dolayısıyla sıtmayı azdırmaktadır. Bu yüzden köylerde, çocuklar başta olmak üzere çok sayıda sıtmadan ölüm vakası meydana gelmektedir. Yasa bataklığı, sivrisineği ve sıtmayı önlemek için “kesik sulama” denen bir sulama biçimini zorunlu görmektedir. Buna göre, “Toprak iki kere sürülecek… Sahada hiç bir çukur olmayacak. Dümdüz. Kanallar çimento ile yapılacak. Çeltik komisyonu bizzat görüp karar verecek. Saha, sular tamamen çekildikten sonra, kırk sekiz saat susuz kalacak. Köye uzaklık üç bin metre. Sonra suların ayakları akıntısı olmayan göllere dökülmeyecek’’tir. Ancak, bunlar masraflı işlerdir ve eğer yasa dikkate alınırsa on beş köyün bulunduğu yerlere ve hatta çevresine çeltik ekimi yapılmaması gerekmektedir. Bu da çeltik ağaları için çok büyük zarar demektir.

B. YEREL MÜTEGALLİBENİN MERKEZİ HÜKÜMET ÜZERİNDEKİ ETKİSİ
Ağalar, daha önce yasaya uymaya çalışan sayısız kaymakamı, Ankara’daki nüfuzları vasıtasıyla sürdürmüşlerdir. Üstelik romandan anlıyoruz ki, bu sadece DP’nin birkaç yıllık iktidarıyla kısıtlı bir olay değildir. Otuz yıl boyunca kırktan fazla kaymakamı “uçurmuşlardır”. Demek ki, uygulama, cumhuriyet tarihi boyunca geçerlidir.
Bu sefer de, romanda ne memuru olduğu belirtilmeyen Resul efendi Kaymakam vekilliği görevini yerine getirmektedir. Resul efendi dürüst ama kendi halinde bir memurcuktur, etliye sütlüye karışmaz, ağalarla çatışmak istemez. Fakat, bir yandan yasalara bağlılığı, ikinci olarak da vicdanı, ağalara sulama ruhsatı vermeye razı olmaz. Öte yandan, emekliliğine bir buçuk yıl kalmıştır. Yeni tayin edilecek kaymakamı dört gözle beklemekte ve bu arada da ruhsat vermeye karşı direnmektedir.



C. YENİ KAYMAKAMIN ÇEVRESİNİN AĞALARCA SARILMASI
Sonunda müjdeli haber gelir. Kasabaya yeni bir kaymakam atanmıştır. Tabii, çeltik ağaları hemen seferber olurlar. Yeni ve çiçeği burnunda genç kaymakam için hemen evlerinden birini tahsis ederler. Genç kaymakam kasabaya adımını atar atmaz çevresini alırlar. Davetten davete koştururlar onu, barlara götürürler ve bu arada ona, daha ne olduğunu anlama fırsatı bulamadığı sulama ruhsatlarını teker teker imzalatırlar. Bu arada, kasabada, hatta köylerde kaymakamın çeltikçilerden yüksek oranda rüşvet yediği dedikoduları yayılır. Oysa genç, idealist ve deneyimsiz kaymakamın hiçbir şeyden haberi yoktur. O, sadece iyi niyetinin ve yüzüne gülücükler dağıtanlara inanmanın kurbanı olmuştur.
D. KAYMAKAMIN UYANIŞI
Resul efendi bütün korkusuna rağmen bu duruma göz yumamaz ve bir gün durumu kaymakama çıtlatıp eline çeltik yasasını tutuşturur (oyunda bu biraz daha farklı işlenmiştir. Bunun nedenlerine, romanla, oyun arasındaki farklılıkları işlerken değineceğim). Durumu derhal kavrayan Kaymakamın ilk işi, çeltik ağalarının kendi izni olmaksızın yanına alınmaması emrini vermek olur. Bundan sonra şiddetli bir mücadele başlar.


E.ZEYNO KADIN VE KÜRT MEMED ALİ’NİN ŞAHSINDA KÖYLÜ  MÜCADELESİ
Daha önce verilen ruhsatlar sayesinde köylere su verilmiş ve her yer su ve çamur içinde kalmıştır. Bu arada sular altında kalan köylerden Sazlıdere köyü ve bu köyden iki kişi, Zeyno Kadın ve Kürt Memed Ali ön plana çıkar. Zeyno Kadın tam bir köy önderidir, eski bir eşkıya olan Kürt Memed Ali ise yiğitliği ve kararlığı ile Zeyno Kadın’ın en büyük destekçisidir.
Ağalar ne yaparsa yapsınlar kaymakamın kararlılığını bozamazlar. Bu arada kaymakam, kasabaya yürüyüş yapan Sazlıdere köylüleriyle de bağlantı kurmuştur. Yerel ağalar bir yandan kasaba çapında izin kopartma faaliyetlerini sürdürürken bir yandan da, her zaman yaptıkları gibi Ankara’ya adam gönderirler. Hiçbir şey kâr etmezse kaymakamı sürdüreceklerdir. Bu arada kanalların başında nöbet tutan jandarmaya rüşvet vererek, durdurulmuş sulamayı ara ara sürdürmeye çalışırlar. En son çare olarak da, köylüye para vererek köyü boşaltma yoluna giderler. Köyde yaşayan hiç kimsenin olmadığı kanıtlanırsa önlerindeki yasal engel kalkmış olacaktır. Her aile başına üç yüz lira verirler. Bu parayı kabul eden köylüler köyü terk ederler. Ne var ki, unutulan bir şey vardır. Oyunda Zeyno kadın ve Kürt Memed Ali, romanda ise tek başına Kürt Memed Ali parayı kabul etmez(ler) ve kaymakamın başkanlığında köye gelen çeltik komisyonu Memed Ali’nin köyde yaşadığını görünce sulama ruhsatı vermez.

F. KAYMAKAMIN SÜRÜLMESİ
Bu durumda geriye tek çare olarak Kaymakamın sürülmesi kalmaktadır. Nihayet bunu gerçekleştirir çeltik ağaları. Resul efendi bunu duyunca yıkılır. Çünkü kaymakamın yokluğunda kaymakam vekilliği yine ona kalmıştır. Kaymakam kasabadan ayrılırken maiyetindekiler bile korkularından o gün rapor alırlar. Ağalar, çocukların eline para tutuşturup kaymakam kasabayı terk ederken arkasından teneke çaldırırlar. Zaten roman da adını buradan alır.

IV. ROMANLA OYUN ARASINDAKİ ÖNEMLİ FARKLILIKLAR
Rahatlıkla söyleyebilirim ki, Yaşar Kemal, romanını oyunlaştırmamış, romanının konusundan hareket ederek yepyeni bir oyun yazmıştır. Evet, olay aynı kasabada geçmektedir, olayın genel yapısı ve kurgusu aynıdır, kişiler aşağı yukarı aynıdır ama yapıda, kurguda, hatta bireylerin (ya da kitlenin) rollerinde önemli farklılıklar söz konusudur. Elbette bunları tek tek belirtmek gerekmez. Konumuz itibariyle yeri geldikçe değineceğim ama benim burada esas odaklandığım nokta ve esas ileri sürmek istediğim tez, her iki eser de aynı konuda ve aynı yazar tarafından yazılmasına rağmen bu temel farklılıkların nereden kaynaklanmış olabileceğidir. Elbette bu tezim bir varsayımdan öteye gitmeyecektir ama varsayımımın bazı önemli donelerini bu metinde izah etmeye çalışacağım. 

A.  TEMEL FARKLILIK: HER İKİ METİNDEKİ FARKINA VARIŞ VE MÜCADELE EDİŞ VURGUSUNUN BİREYDEN KİTLEYE KAYMASI
Daha açarak söyleyecek olursam, romanda, ağaların oyunlarını fark etme ve buna karşı direnme ve mücadele etmede başı çeken kahramanlar Resul Efendi ve kaymakam Fikret’ken, oyunda bu rol daha çok Sazlıdere köylülerine, özellikle Zeyno Karı’ya ve Kürt Memed Ali’ye kaydırılmıştır. Bunun tartışmasına girmeden önce, tezimin doğruluğunu göstermem için romandan ve oyundan birkaç tablo aktarmam gerekmektedir. Kaymakamın ağaların oyunları konusunda uyanış süreci romanda şöyle anlatılmaktadır:
(Resul Efendi)
“Çok çok…Çok dedikodu var. Hakkınızda ağza alınmadık şeyler söylüyorlar. Ben yerin dibine geçiyorum.”
Gözleri büyüyen kaymakam heyecanla:
“Ne gibi?” diye sordu. “Ne gibi?”
“… Güya siz çeltikçilerden yüz bin lire rüşvet almışsınız. Kasaba günlerdir çalkalanıyor…”
Kaymakam yerinden fırladı:
“Doğru mu bunlar?”
“Daha neler, neler efendim!”
“İnanıyor mu halk?”
Resul Efendi zehir gibi gülümsedi:
“İnanır efendim. Halk böyle iftiralara inanmak için can atar… Yüz bin biraz mübalağa ama çok para döner ruhsat işinde. Kanunu okursanız haklı olduğumu anlarsınız…”
“Demek kanun?”
İçeriye kimseyi almamalarını söyleyen Kaymakam oturup kanunu okur ve gerçek o anda kafasına dank eder:
“Vay namussuzlar vay! Vay sahtekarlar vay!” Odanın içinde dört dönüyor, uzun saçlarını parmaklarına dolamış çekiyordu… Gözleri yaşla doldu.” (s.38-40)
Bundan sonra kaymakam Fikret çeltikçilerden hiçbirinin içeri alınmaması emrini verir. Görüldüğü gibi romanda kaymakamın uyanışı Resul Efendinin uyarısıyla ve çeltik yasasını okumasıyla olmuştur. Daha sonra köylülerin kasabaya gelip protestoda bulunması, bu uyanışı sadece pekiştirmiştir:
“Dursun’la Memed Ali, Zeyno Karıyı susturup kaymakama çıktılar.

Dursun:
“Okçuoğlu su bıraktı köye. Pambuklarımız, ekinlerimiz su altında galdı. Köyün içinde oturulmaz oldu. Vallaha göbeğe kadar su. Billah su. Tüm köylü geldik ki göresin halimizi de Okçuoğluna bir şey söyleyesin.”
Kaymakam başını pencereden uzatıp kalabalığı görmüş, Zeyno’nun bağırtılarını duymuştu, ama bir şey anlayamamıştı.
“Köyün içine de mi çeltik ekecek?”
“Ekecek. Su bıraktı bu gece. Köyü göl etti.”
(…)
“Söyleyin kalabalığa, gitsinler köye. Ben de hemen geliyorum.”
(s.46-48)
Görüleceği gibi, oyunda, romandakinden farklı olarak tek bir uyanış sahnesi vardır ve bu uyanışta esas rol Resul Efendi’den Sazlıdere köylülerine geçmiştir:
KAYMAKAM: Bu gürültü de ne, Resul Bey? (ikisi de durur dinlerler. Zeyno’nun sesi yükselir.) Ne olabilir Resul Bey, dışarıda bir şeyler oluyor. (Gittikçe telaşlanmaktadır.)

ZEYNO: (sesi boyuna yaklaşmaktadır): Bakın bakın Muhammet ümmetleri, bakın halimize, ne haldeyiz. Görün bizi. Keleş Murtaza, Okçuzade Ali Paşa kırdı bizim belimizi…
MEMED ALİ: Baçi dorgi söylir. Baci dorgi söylir. Aha, aha beyle etti.
(Kaymakam pencereden bakmakta, ikide bir dönüp Resul Efendiye bir şeyler sormaktadır. Resul Efendinin yüzü güler. O da sevinçle ona konuşmaktadır.)
RESUL: Geldiler! Geldiler! Çok şükür geldiler de…
(Kaymakam onun sevincine şaşırmıştır. Resul efendi sahnede her şeyi unutarak dolaşır, ellerini uğuşturarak. Tam bu sırada da başta Zeyno Karı, arkasında köylüler içeri girerler. Zeyno erkekleri iterek önlerine geçmiştir, kapıdan girerken. Kaymakam onları görünce pencereden ayrılıp yanlarına gelir, sonra döner, masasına oturur.)

KAYMAKAM: (yarı alaycı) Bir derdiniz mi var?
DURSUN: Var Kaymakam Bey. Ben Sazlıdere muhtarıyım.
ZEYNO: Bana da Sazlıdere’den Zeyno derler. Bu da Memed Ali, eski eşkıyalar başı Kürt Memed Ali.
DURSUN: Su altında kaldık, Kaymakam. Karadağlıoğluyla Okçuoğlu bizi su altında bıraktı. Pamuklarımız, ekinlerimiz, köyümüz su altında kaldı. Her yıl böyle yaparlar ya, bu yıl beterin beteri. Köyümüzü sel bastı.
KAYMAKAM: Yaa, öyle mi?
DURSUN: Köyün içine kadar çeltik ektiler. Bu yaz bu köyde yaşanılmaz. Hepimiz sıtmadan kırılacağız. Göbeğe kadar su. Billah su. İşte bak tüm köylü geldik ki göresin halimizi.

KAYMAKAM: Sebep ne imiş? Niçin bırakmışlar köyleri su altında?
DURSUN: Ruhsat almak için köyleri yok sayıyorlar. Yoksa kanun izin vermiyor. Senin imza ettiğin krokide köyler yok. Halbuki, işte görüyorsun, köyler var. Bak, bak, işte pencereden bak. On beş pare çamurlu köy. Geldik huzuruna. Bu yaz bir sivrisinek olacak… Kemikli. Nah bu parmağım kadar… Kemikli
KAYMAKAM: Yaa, öyle mi? Demek beni kandırdılar?” (s. 122-123)

Kaymakamın bu son sözleri onun hem kandırıldığının itirafı, hem de uyanışının başlangıcıdır ve oyunda bu tek bir tabloda, sadece köylülerin protesto için kaymakamlığın önüne gelişiyle mümkün olur, romandan farklı olarak. Kısaca belirtecek olursak, romanda kaymakamın uyanışını sağlayan baş kahraman Resul Efendi, oyunda ise Sazlıdere köylüleridir.  

B.  ROMANDA OLMAYAN OYUNA EKLENMİŞ ÖĞELER
Teneke oyununda, romanda olmayan bir takım eklemeler söz konusudur. Örneğin bunlardan biri, Kaymakamın odasının penceresinden içeri çuvalla akrep dökülmesidir. Bunun, daha önceki kaymakamlara da uygulanmış bir kaçırtma yöntemi olduğu anlaşılmaktadır. Daha çok güldürü unsuru olarak katıldığı izlenimini veren bu nokta oyunun muhtevasında çok da önemli bir değişikliğe yol açmadığından bu çalışmada üzerinde durulmayacaktır. Benim üzerinde duracağım esas nokta, oyunda, Zeyno Kadın ile Kürt Memed Ali’nin kahramanlık rollerinin “silahlı direniş” noktasına varıncaya kadar genişletilmesine yönelik ek tablodur. Memed Ali, romandaki gibi, ağaların verdiği parayı kabul etmemiştir, oyunda Zeyno da aynı tutumu paylaşmaktadır. Ancak Zeyno, ağaların silahlı saldırı düzenleyeceğini bildiğinden, Memed Ali’ye ısrar eder köyü terk etmeleri için ve dediği gibi de olur, ağaların adamları gece karanlıkta gelirler. Bu tabloyu buraya olduğu gibi alıyorum:
ZEYNO: Ne dondun kaldın öyle? Doğru değil miyim, Memed Alim? Söylesene kardaşım. Gideceksek hemen gidelim. Burada çok durmayalım. Şimdi gelirler. Şimdi hemen gelip kurşunlamaya başlarlar bizi…

MEMED ALİ:
ZEYNO: Elin elinde büyümesin çocukların… Yetimlik kötü, yetimlik ölümden beter. Sen de yetim kaldın, yetimlik belasını senden iyi kimsecikler bilmez. Yetim koyma gül yüzlü çocuklarını . Çık köyden. Ne oldu sana, bre ulan? Taş kesilmişsin. Nedir bu hal?
(Memed Ali öfkeyle kımıldar, ama susar.)
ZEYNO: Ağa bin tane, sen bir tanesin. Memed Alim…
MEMED ALİ: Baci susmişkim. Ayağın öperim baci, sen susmişkim.
ZEYNO: Haydi çıkmadın köyden diyelim. Haydi, şimdi geldiklerinde beni öldüremediler diyelim. Bütün yaz bu çeltik tarlaları içinde, bu bataklık ortasında sıtmadan ölürsünüz. Çoluk çocuk hepiniz ölürsünüz!

(…)

ZEYNO: Şimdi üstümüze yüz itini gönderir, eli silahlı. Nasıl onlarla bir başına dövüşürsün, Memed Alim, gardaşım? Haydi diyelim, onunu öldürdün, yirmisini öldürdün. Seni alırlar hapse götürürler. Üstelik de o Kaymakamın candarmaları… Gene köy boş kalmaz mı? Kalmayacak mı?

MEMED ALİ: (ellerini çırpar, deliye dönmüştür, öfkeyle bağırır): Baci, sen sen dorgi dorgi söyler, ama susmişkim! Benim hiçbir çarem galmamiştir…

(Sahneden koşarak çıkar. Zeyno arkasından baka kalır. Hiç kıpırdamadan onun gittiği yere bakar, arkası sahneye dönük. Işıklar bu arada ağır ağır azalmaktadır, ama ortalık kararmaz. Bu sırada Memed Ali elinde güzel bir filinta, üstü başı fişekliklerle döşeli olarak sahneye girer)
ZEYNO: Memed Ali! Memed Alim…
MEMED ALİ: Baci, susmuşkim. Başge çarem yokdirkim benem. Yazıkdir Gaymugama. Çok gençmiştir o. Ayağen öperem, susmişkim…

(Memed Ali gider ağacın yanına, sahneye yanını verir, arkasını da Zeyno’ya döner, ağaca belini dayar oturur. Tüfeğini de kucağına alır. Zeyno ona bir bakar, iki bakar, bir adım gider, sonra düşünür. Bir Memed Aliye bakar, bir ıssız köye. Sonra ağır ağır sahneden çekilir gider. Sahne gittikçe kararır, bir boşluğa bürünmüşken, Zeyno da elinde bir filinta, üstü başı fişekliklerle zırh gibi gelir sahneye. Memed Ali hiç belli etmeden göz altından ona bakar, yüzünde memnunluk belirir. Zeyno da gider arkasını döner Memed Ali’ye, belini çardağın öteki ağacına dayar, yanını da aynen Memed Ali gibi seyircilere döner. Tüfeği elinde, tüfeğin kundağı toprakta, oturur bekler. Birden tüfek atılır. Memed Ali büyük bir ustalıkla her yana kurşun yetiştirir, kendini ordan oraya ata ata, hem kurşun yetiştirir, hem kendini korur. Zeyno da ateş eder. Yerini tutmuştur.)
MEMED ALİ: (yere düşer): Yandim ane, yardim ane…
ZEYNO: Memed Alim, kardaşım!
(Memed Aliye atılır.)” (s. 135-137)

Böyle bir silahlı direniş ya da çatışma sahnesi yoktur romanda.

C.  BİR DİĞER ÖĞE: FAŞİSTLER
Romanda olmayıp oyunu eklenmiş bir diğer unsur da, çeltik ağalarının doğrudan doğruya faşist olduklarına işaret eden bir sahnedir. Buraya alıyorum:

“OKÇUOĞLU: Asil, yüksek milletimize…
MURTAZA: Türk Ölmez! Türk ölmez!
ZEYNO: Bakın hele şunların ettiğine! Bakın, hele bakın! Türk ölmezmiş! Bakın hele bakın şu alçaklara! Ya şu her gün sinek gibi ölenler kim? Türk değil mi?
MURTAZA: (bir an ne yapacağını bilmez, sonra büyük bir heyecanla Hitler gibi kolunu uzatır): Tanrı Türkü korusun!
OKÇUOĞLU: (daha hızlı bağırarak): Tanrı Türkü korusun!
ZEYNO: Tanrı Türkü sizin şerrinizden korusun.
MEMED ALİ: Baci dorgi söylir.” (s.132)

İKİNCİ BÖLÜM
I.DEĞİŞİKLİKLERİN DÖNEMSEL TAHLİLİ
İlk kez 1955 yılında yayımlanan Teneke romanı ile elimizdeki bilgilere göre ilk kez 1966 yılında sahnelenen Teneke oyunu arasındaki, yukarda alıntılarla da göstermeye çalıştığım farklılıkların anlamı nedir? On yıllık bir aradan sonra oyun olarak ortaya çıkan Teneke’deki farklılıklar Türkiye’nin siyasal ve toplumsal yaşamındaki değişikliklerle bağlantılı olabilir mi?

A.1950’Lİ YILLAR: SOĞUK SAVAŞ VE ANTİ-KOMÜNİZM
1950’ler Türkiyesi bir yandan Türkiye’nin kapitalist dünyaya entegrasyonunda bir hızlanmayı ifade eder, diğer yandan da buna bağlı olarak siyasi, ekonomik ve toplumsal  koşullarda hızlı bir değişimin ifadesi olarak da ele alınabilir. Türkiye’nin kapitalistleşme süreci hızlanmış ve batı kapitalizmine bağlı bir sanayileşme ve tarım politikası daha derinlikli olarak uygulamaya konmuştur. Öte yandan bunun üst yapısı olarak Amerika’nın desteğinde bir çok partili rejim tasarlanmış ve yürürlüğe konmuştur.[vii] Artık burjuvazinin iç çelişkileri bir hakim devlet müdahalesiyle değil, parlamento çerçevesindeki bir rekabetle belirlenecektir. Çok partili rejimin fiiliyattaki anlamı budur. Bu yapı içinde elbette yerel güç sahiplerinin daha da etkili olmaya başlayacaklarını tahmin etmek zor değildir. Çünkü artık yeni parlamenter dönemin önemli bir unsuru olan ‘oy’ yerel güç sahiplerinin denetimindedir. Bu denetim yerel güç sahiplerinin ekonomik gücüne güç katacaktır. Bu uygulamanın en tipik alanlarından biri de Çukurova’dır. Türkiye sanayi burjuvazisinin de esas temeli Çukurova’nın büyük toprak sahipleridir.
   II.Dünya Savaşından sonra, savaş sırasında Naziler’e karşı müttefik olan batılı devletler ve Sovyetler Birliği arasında bir gerginlik başlamıştır. Batılı devletler  savaştan sonra Sovyetler Birliği’nin yayılmasından endişeye düşmüş, 1949 yılında Çin’de devrimin gerçekleşmesi,  bu endişeyi daha da arttırmıştır.  Batılı devletler, doğu blokunun yayılmasını engellemek üzere silahlı olmayan bir propaganda savaşı başlatmıştır. Sovyetler Birliği de buna, karşı propagandayla cevap vermiştir. Böylece Soğuk Savaş başlamıştır. Soğuk Savaş Döneminin en önemli özelliği, özellikle ABD’nin büyük anti-komünist propaganda dönemini başlatmasıdır. Bu dönem Amerika’da 1950’lerin başlarında McCharty dönemi olarak bilinir.[viii] Bu dönemde Amerika’da neredeyse bütün sanatçılar komünist partisiyle ilişkileri olup olmadığı ya da Sovyet yanlısı olup olmadıkları konusunda devlet güvenlik organları tarafından sorguya çekilmişlerdir. Aynı dönemde karı-koca Rosenberg’ler Sovyet casusu oldukları gerekçesiyle  idam edilmişlerdir.[ix] Bu dönem Türkiye’de de anti-komünist bir saldırı dalgası gelişmiştir. Demokrat Parti iktidarı Amerika yardımı alabilmek için bir yandan Kore’ye asker gönderirken, bir yandan da yeni bir Komünist tutuklaması dalgası başlatmıştır.

   1950’li yıllar, Türkiye’de de soğuk savaşın en yoğun bir şekilde yaşandığı ve anti-komünizmin en yüksek olduğu yıllardır.[x] Türkiye’de sendikal hareket oldukça geridir ve Amerikan tipi sendikalaşmanın etkisi altındadır. Köylüler, devletin ve yerel mütegallibenin baskısı altında sindirilmiştir. Çok az sayıdaki solcu aydın yoğun bir polis takibi altındadır. Herhangi bir sol fikir, derhal “Moskova”cılıkla damgalanmaktadır. Böyle bir ortamda haksızlıklara inatçı bir şekilde direnebilmek ancak bireysel vicdana sahip, dürüst tek tük devlet görevlilerinin işi olabilmektedir, Teneke romanında olduğu gibi.

B.1960’LAR TÜRKİYE’Sİ: GÖRECE ÖZGÜRLÜKLER VE SOLUN YÜKSELİŞİ
    1960’lar Türkiye’si bazı siyasi tahlilciler tarafından doğrudan 27 Mayıs darbesine bağlansa da bu gerçeğin ancak bir kısmının ifadesidir.[xi] 1960’lar sadece Türkiye’de değil, dünyada da bir değişim rüzgârına eşlik eder. İktisatçı Keynes’ın[xii]  devletçi ve ithal ikâmeci[xiii] politikaları, özellikle Türkiye gibi ülkelerde bu politikaları destekleyecek kitlesel bir tabanı gerektiriyordu. İşçi haklarının yasallaştırılması esasen bu ihtiyacın bir ürünüdür. Diğer yandan rakip gruplar arasındaki rekabet de Türkiye’de anayasal bazı özgürlüklerin gündeme gelmesini gerektirmiştir. Çeşitli burjuva kesimleri Demokrat Parti döneminden ders çıkararak kendi siyasi haklarını yasal güvenceye almak istemişlerdir. Bu da belli ölçülerde halkın yararlanacağı bir durum yaratmıştır. Bunlarla bağlantılı ama bunların dışında  bir başka unsur ise, tabandan bir işçi ve köylü kaynaşmasının ortaya çıkması ve aynı zamanda gençliğin ve aydınların sola kaymasıdır. Bütün bunlar bir sola açılım getirmiş; yazarları ve aydınları sol’da yer almaya sevk ederek, siyasal ve toplumsal bakımdan önemli değişikliklere neden olmuştur. 27 Mayıs Anayasası’nın getirdiği kısıtlı da olsa özgürlükler solcu aydınlara seslerini daha cesur bir şekilde yükseltme olanağı vermiştir. İşçi ve köylü kitlelerinde haklarını savunma yönünde kıpırdanmalar başlamıştır. Bir sol hareket kendini legal planda ve zinde bir akım olarak ortaya koymaktadır artık. Bu gelişme, 1963 yılından itibaren yükselişe geçen ve yeni bir akım olarak topluma seslenen Türkiye İşçi Partisi’ni (TİP) ortaya çıkartmıştır.[xiv] Aydınlar hızla sola ve TİP’e kaymaktadır. Bu gelişmenin sonucu olarak edebiyat ve sanat alanı da kendini daha çok sol çıkışlarla ifade etmektedir. Bu sola yöneliş, ister istemez, Sovyetler Birliği kaynaklı “sosyalist gerçekçilik”i (bu akım aynı yıllarda Avrupa’da itibardan düşmüş olsa da) Türkiye’de revaçta bir sanat akımı olarak gündeme getirmiştir.[xv] Artık siyasette de sanatta da bireysel çözümlerden toplumsal çözümlere doğru kaymaktadır ibre. Birey geri plana itilmekte, onun yerine “kitle” ön plana çıkmaktadır. Bütün karmaşıklığıyla ve iç çelişkileriyle insanın yerini yapay “olumlu kahramanlar” almaktadır. Giderek bu yöneliş (“toplumsal gerçekçi” ya da “sosyalist gerçekçi” akıma içkin bir zaaftır bu) mekanik bir kitlecilik ya da “gerçekçilik” biçiminde bir sığlaşmayı getirebilmektedir.

IV. SONUÇ: YAZARIN TOPLUMSAL GELİŞMELERDEN ETKİLENMESİ
Yaşar Kemal’in de bu dönemden etkilendiği görülmektedir. Romanla, on yıl sonra yazılmış oyun arasındaki farklılıklar bence bunun kanıtıdır. Orijinal roman metninde kaymakamın uyanışı, esas olarak küçük bir memur olan Kaymakam Vekili Resul Efendi’nin (ki iç çelişkileri, korkuları, gelgitleri çok güzel verilmiştir) sayesinde mümkün olabilmişken ve köylülerin protestosu, bu uyanışa sadece bir ek unsur sağlamışken, 1960’lı yıllarda yazılan oyunda bu rolün Resul Efendi’den köylü hareketine kaydırılması; keza romanda Kaymakamın direnişi daha ön plandayken, oyunda bu rolün bir ölçüde geri çekilmesi; romanda, köylülerin, özellikle Zeyno Kadının ve Kürt Memed Ali’nin direnişleri, çeltikçilere karşı belli bir düzeyde tutulmuşken, oyunda bu direnişin, yine bu iki kahramanın şahsında bir silahlı direniş noktasına kadar götürülmesi; romanda çeltikçilerin sadece Ankara ile ilişkileri verilirken, oyunda ek olarak, bunların (1960’lardaki faşist-solcu çatışmasına uygun olarak), faşist partinin ve ülkü ocaklıların “Tanrı Türkü Korusun” sloganını kullanacak ve Hitler selamı verecek ölçüde faşizme angaje olmuş biçimde gösterilmeleri, tamamen 1950’lerle, 1960’ların farklı toplumsal ortamlarından, farklı toplumsal kavrayışlarından, farklı siyasal çağrışımlardan ve sanatın bu ortamlardan etkilenmelerinden kaynaklanmıştır. İlerleme gibi gözüken her şey ilerleme değildir. Kanımca, Teneke romanı, Teneke oyunundan çok daha yakındır gerçeğe ve insan gerçekliğine. Kaldı ki, zaten roman orijinal olarak 1950’lerde geçmektedir. 1950’lerin toplumsal ortamına uygun bir olayı kalkıp 1960’lara taşımak, eserde yadırgatıcı  bir çarpılmaya yol açmıştır. Bu, eski mimariye göre yapılmış ahşap bir evin üstüne betonarme yeni bir modern kat çıkmak kadar uyumsuz bir etki yapmaktadır.







[i] Nedim Gürsel, Yaşar Kemal –Bir Geçiş Dönemi Romancısı, Doğan Kitap, 2008 s. 16

[ii] Yaşar Kemal’den alıntılayan, Nedim Gürsel, a.g.e, s.28

[iii] II. Dünya Savaşinda ekonomik ve sosyal bakimdan bitkin bir durumda çikan Avrupa Devletlerinin kalkinmasını sağlamak için A.B.D’de, 1948 yılında, dört yıl süreli “ , ‘iktisadi İşbirliği Kanunu” kabul edilmiştir. Bu kanunun öncülüğünü Amerika Dışişleri Bakanı General Marshall yapmıştır.
İktisadi İşbirliği Konferansına Türkiye de katılmış, iktisadi durumu konusunda gerekli bilgileri vermiş ve savaş sonrası iktisadi kalkınma programını gerçekleştirmek için dış yardım yapılmasının istemiştir. Amerikalı uzmanlar Marshall Planının milli ekonomik kalkınma programının finansmanı değil, savaştan yıkılmış Avrupa’nın kalkınması için hazırlanmış bir plan olduğunu savunmuştur. Türk Hükümetinin isteği üzerine konuyu bir daha ele alan Amerikan Hükümeti Türkiye’yi Marshall Planı içine almaya karar vermiştir. (Mehmet Gönlübol, Haluk Ülmen, Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1965 ), Ankara, 1969, s.236)

[iv] Nedim Gürsel, a.g.e s.37-38

[v] Nedim Gürsel, a.g.e s. 39

[vi] Nedim Gürsel, a.g.e s. 12-13

             Çok Partili Hayata Geçiş (1946–1950 Seçimleri)

Türkiye'de çağdaş anlamda siyasal partiler 1876 Anayasası'nda (Kanun-i Esasi) 1909 yapılan köklü değişikliklerle ortaya çıktı. 1913'te Babıali Baskını'yla tek parti durumuna gelen İttihat ve Terakki Fırkası 1918'e kadar bu konumunu sürdürdü. Mondros Mütarekesi'ni izleyen günlerde İstanbul'da kurulan partiler Anadolu'da ulusal kurtuluş mücadelesini sürdüren örgütlerce benimsenmedi. Bu örgütlerin oluşturduğu Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, Kurtuluş Savaşı'nın merkezi örgütü konumundaydı. Bu örgüt Halk Fırkası
na dönüşerek (9 Eylül 1923) Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk siyasal partisini oluşturdu. Partinin adı 10 Kasım 1924'te Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) olarak değiştirildi. Gene 1927'te Cumhuriyet'in ilanına ve halifeliğin kaldırılmasına karşı çıkan bir grup Cumhuriyet Halk Fırkası'ndan istifa ederek Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nı (TCF) kurdu. Tüzüğünde 'düşünceye ve dinsel inançlara saygılı' olduğunu belirten bu parti kısa sürede halifelik yanlısı çevrelerin ve Cumhuriyet karşıtı İstanbul basınının desteğini topladı. Bu sırada İsmet Paşa'nın başbakanlıktan istifa etmesi üzerine yeni hükümeti kurma görevi Fethi (Okyar) Bey'e verildi. Bu hükümeti, Kazım (Karabekir) Paşa başkanlığındaki TCF'de destekledi. Ama, Şubat 1925'te patlak veren Şeyh Said Ayaklanması'yla ilişkisi olduğu suçlamaları partinin durumunu sarstı. Ayaklanmayı bastırmak için hazırlanan askeri planı siyasal açıdan destekleyecek önlemlerin alınması için güçlü bir hükümete gerek duyuluyordu. Fethi Bey 2 mart günü istifa etti ve başbakanlığa yeniden İsmet Paşa getirildi. Hükümetin güvenoyu aldığı 4 Mart günü Takrir-i Sükun Kanunu (Dirlik Düzenlik Sağlama Yasası)da meclisten geçti. Bu yasa hükümete, düzeni korumak amacıyla, gazete kapatmaktan partileri dağıtmaya kadar her türlü yetkiyi veriyordu. Aynı gün, Ankara'da ve ayaklanma bölgesindeki Diyarbakır'da birer İstiklal Mahkemesi kurulması da karara bağlandı. Takrir-i Sükun Kanunu uyarınca kovuşturmaya uğrayan kuruluşlar arasında TCF de vardı. Partinin bazı yöneticileri İstiklal Mahkemelerinde yargılandılar. Şeyh Said Ayaklanması aynı yılın nisanında bastırıldı; yargılanan elebaşıların pek çoğu ölüm cezasına çarptırıldı. TCF'de haziran ayında kapatıldı. Bu partinin bazı yöneticileri, 1926'da Mustafa Kemal'e karşı hazırlanan İzmir Suikastı'yla ilgili oldukları gerekçesiyle yargılandılar; bazıları idam edildi. Suçsuz bulunanlar arasında Kazım (Karabekir) Paşa da bulunuyordu.
1927'de toplanan CHF II. Kurultayı'nda partinin yeni tüzüğü kabul edildi. Bu tüzükle Mustafa Kemal partinin değişmez genel başkanı oluyordu. Tüzüğe göre CHF'nin temel ilkeleri cumhuriyetçilik, ulusçuluk, halkçılık ve laiklikti. Laiklik, anayasa değişikliğini de gerektiriyordu. 10 Nisan 1928'de devletin dininin İslam dini olduğunu belirten cümle anayasadan çıkarıldı. Bu arada yeni bir muhalefet partisi kurulması için girişimlerde bulunuluyordu. Mustafa Kemal, TBMM'de yer alacak bir muhalefet partisinin hükümetin çalışmalarını eleştirerek onu olumlu yönde etkileyeceği kanısındaydı. Mustafa Kemal, ekonomide liberalizm yanlısı görüşleriyle tanınan yakın arkadaşı Fethi (Okyar) Bey'i böyle bir partiyi kurmakla görevlendirdi. Fethi Bey Ağustos 1930'da Serbest Cumhuriyet Fırkası'nı (SCF) kurdu. SCF programında partinin Cumhuriyet ilkelerinin yaygınlaşması için çalışacağı belirtiliyordu. Beklenmedik bir hızla gelişen SCF'nin hükümete ve CHF'ye yönelttiği sert eleştiriler ülkedeki siyasal ortamı gerginleştirdi. CHF'nin de muhalefete karşı baskıya girişmesi üzerine Fethi Bey ve arkadaşları Kasım 1930'da partiyi kapattılar. Kuruluşundan kısa bir süre sonra kapanan SCF ve 1929-1930 ekonomik buhranı, siyasi ve ekonomik liberalizmi Türkiye'de itibardan düşürdü.
Bu yoldan sonra izlenen yolun özelliği tek tek parti idaresinin kuvvetlendirilmesi ve laik-milliyetçi reformların derinleştirilerek genişletilmesi idi. Daha doğrusu bu denemeden sonra tek-partililiğin ideolojileşmeye başladığı görülür. Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik ve Halkçılığın yanı sıra, Laiklik, Devletçilik ve İnkılapçılık CHF'nin temel ilkeleri olarak 1931, III.Kurultayında kabul edildi. Daha sonra da 1937'de bu ilkeler Anayasa'ya kondu. 1935 Kurultayında ise, Parti-Devlet bütünleşmesi hukuki temele oturtturuldu. CHF'nin adı Cumhuriyet Halk Partisi olarak değiştirildi.
Türkiye'de 1930'lardan 1945'lere kadar kesintisiz bir tek parti idaresi, Batı totoliter idarelerini andıracak boyutlarda olmamıştı ama, çeşitli idari tedbirlerle toplumda muhalif güç ve düşüncelerin faaliyetlerine müsaade edilmemişti. 1934 tarihli İskan Kanunu, 1936 tarihli İş Kanunu gibi sosyal nitelikli bazı kanunlar çıkarıldı ise de bunların amacı rejimin korunmasına yönelikti.
Mustafa Kemal Atatürk 10 Kasım 1938'de öldü. 11 Kasım 1938'de İsmet İnönü cumhurbaşkanı seçildi. Ertesi ay toplanan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) I. Olağanüstü Kurultayı'nda yapılan tüzük değişikliğiyle Atatürk partinin ebedi genel başkanı, İnönü'de değişmez genel başkan ve milli şef ilan edildi.
Almanya'nın 1 Eylül 1939'da Polonya'yı işgal etmesiyle II. Dünya Savaşı başladı. Türkiye büyük bir özenle koruduğu barışçı dış politikasının yardımıyla savaştan uzak kalmayı başardı. Türkiye, II. Dünya Savaşı'na katılmamakla birlikte savaşın yol açtığı sıkıntılardan uzak kalamadı. Bu yüzden, Atatürk döneminde başlatılan planlı kalkınma çabaları bir süre ertelendi. Karaborsanın yaygınlaşması üzerine Ocak 1940'ta Milli Korunma Kanunu çıkarıldı. Olağanüstü artan devlet giderlerini karşılamak amacıyla Varlık Vergisi adıyla yeni bir vergi uygulamaya kondu. Varlık vergisi uygulaması CHP yönetimine karşı gelişmeye başlayan muhalefeti yaygınlaştırdı.
II. Dünya savaşının bitimine doğru bütün dünyada demokrasi yönünde gelişmeler görülüyordu. Türkiye'nin ve yıllardır ülkeyi yönetmekte olan CHP'nin bu gelişmelerden etkilenmesi kaçınılmazdı. İnönü 19 Mayıs 1945'te yaptığı konuşmada yeni partiler kurulması gerektiğinden söz etti. İlk olarak Temmuz 1945'te iş adamı Nuri Demirağ başkanlığında Milli Kalkınma Partisi kuruldu. Bu arada haziran ayında CHP içindeki muhalif milletvekillerinden Adnan Menderes, Celal Boyar, Refik Koraltan ve Fuad Köprülü partinin daha demokratik bir yapıya kavuşturulmasını istiyorlardı. İsteklerinin reddedilmesi üzerine görüşlerini basına duyurdular ve partiden koparak Ocak 1946'da Demokrat Parti (DP) adıyla yeni bir parti kurdular.
Genel başkanlığına Celal Bayar'ın getirildiği DP'nin programında özel girişimciliğin desteklenmesi, üniversitelerin özerkleştirilmesi ve işçilere grev hakkı gibi ilkeler yer alıyordu. Parti kısa sürede geniş bir kitlenin desteğini kazandı ve gelişti. CHP hükümeti yeni parti yurt düzeyinde örgütlenmesini tamamlayamadan erken seçim kararı aldı. Temmuz 1946'da yapılan seçimlere bazı illerde katılabilen ve 62 milletvekili çıkarmayı başarabilen DP, CHP yönetiminin seçimlerde hile yaptığını ve halka baskı uyguladığını ileri sürdü.
Seçim sonrası kurulan yeni CHP hükümetinin programında özel girişime büyük bir yer veriliyor devletin özel girişime yardımcı olması öngörülüyordu. Hükümet DP dışındaki siyasal partilere karşı sert bir politika izliyordu. Büyük bölümü sol eğilimli olan bu partiler birbiri ardı sıra kapatıldı; anti demokratik uygulamaları eleştiren aydınlar, bilim adamları ve düşünürler baskı altına alındı.
1948 de DP içindeki bir bölünme sonucu Millet Partisi (MP) kuruldu. Bu sırada kurulan yeni CHP hükümeti din düşmanı olduğu yolundaki eleştirilere karşı, laikliğin önemli bir ilkesi olan eğitim birliğinden geri adım atarak imamhatip okulları ve Ankara'da bir İlahiyat Fakültesi açma kararı aldı (1949).
Genel seçimler 14 Mayıs 1950'de, bu gelişmelerin yumuşattığı bir siyasal ortamda yapıldı. Yeni seçim yasası uyarınca gizli oy, açık sayım ilkesiyle yapılan seçimlerde kesin bir zafer kazanan DP 408 milletvekili çıkardı. CHP ise ancak 69 milletvekilliği kazanabildi.
DP'nin Genel Başkanı Celal Bayar TBMM tarafından Türkiye'nin üçüncü cumhurbaşkanı seçildi. Bayar parti genel başkanlığına getirilen Adnan Menderes'i başbakanlığa atadı. Menderes hükümetinin programında DP'nin görüşlerine uygun olarak özel girişimciliğe ve yabancı sermayeye dayalı yatırımlara ağırlık verilmesi öngörülüyordu. Gerçekten, dış yardım ve kredilerinde katkısıyla yatırımlar hızlandı, tarımın makineleşmeye başlamasıyla tarımsal üretim arttı.
Ama bu dönemde Atatürk devrimleri konusunda olumsuz gelişmeler görüldü. Hükümetin ilk işlerinden biri, kuruluşundan bir ay sonra ezanın Arapça okunmasının serbest bırakılmasıydı. Ardından radyoda dinsel yayınlar başladı. İlkokullara zorunlu din dersleri kondu. 1953'te çıkarılan bir yasayla CHP'nin malları hazineye devredildi. Ertesi yıl, 1948'de DP'den ayrılanların kurduğu Millet Partisi laikliğe aykırı davrandığı savıyla kapatıldı. Aynı yıl, köy enstitüleri de ilköğretmen okullarıyla birleştirilerek kapatıldı.
1954'teki genel seçimler kalkınma atılımının ülkenin refah düzeyini yükselttiği bir dönemde yapıldı. DP bu seçimlerden tam bir zaferle çıktı. Kapatılan Miller Patisi'nin yerine kurulan Cumhuriyetçi Millet Partisi (CMP)de seçimlere katılmış, ama henüz yeterince örgütlenemediği için başarılı olamamıştı.
1954'ten başlayarak ülke ekonomisinde bir duraklama yaşandı. Enflasyon arttı. Fiyatlar yükseldi, bazı mallarda yokluk ve karaborsa başladı.
DP yönetimine karşı parti içinde de muhalefet başlamıştı. DP'den ayrılan bir grup partili Aralık 1955'te Hürriyet Partisi'ni (HP) kurdu. Ekim 1957'de yapılan erken seçimlerde DP oyların %48'ini alarak iktidarda kalmayı başardı.
1958 sonlarında Türkiye Köylü Partisi ile CMP birleşti ve yeni parti Cumhuriyetçi Köylü Miller Partisi (CKMP) adını aldı. Ardından HP'de CHP'ye katıldı.
DP hükümeti 1960'ta TBMM'de geniş yetkilerin verildiği bir araştırma komisyonu kurarak muhalefetin meclisteki çalışmalarını iyice denetim altına altı. Bu tutum 27 ve 28 Nisan günleri İstanbul ve Ankara'da Üniversite öğrencilerinin gösterilerine yol açtı. Bu iki ilde sıkıyönetim ilan edilmesi, silahlı kuvvetleri de tavır almaya zorladı. Başbakan Menderes radyoda yaptığı bir dizi konuşmada muhalefeti ve üniversite öğretim üyelerini suçladı. Ardından yurt gezisine çıktı. 27 Mayıs günü ise ülkenin içine sürüklendiği duruma son vermek isteyen bir grup subayın oluşturduğu Milli Birlik Komitesi (MBK) yönetime el koydu.
Türkiye'de çok partili rejimin üçüncü defa açılışı, Millî Kalkınma Partisi'nin 18 Temmuz 1945'te kurulmasıyla başlamıştır. 1946-1950 yılları arasında CHP ve DP dışında faaliyetlerine izin verilen yirmiden fazla yeni parti kurulmuştur. Ancak bu yeni partiler siyasî hayatta pek varlık göstereme¬mişlerdir. Bazıları İdeolojik amaçlar güttüğü için kapatılmışlar, bazıları da daha teşkilâtlanma safhasında kendini feshetmiş veya kuruluş dilekçesinden öteye gidememiş, bazıları da dar bir çevrede tutunabilmiştir. Genel olarak sosyalist ve milliyetçilik (Türkçülük) bu yeni partilerin ağırlıklı kimlikleridir.



      Bir  filmin düşündürücü olması, güzel bir şey. “Zindan Adası”ndan pek düşünceli çıkmadım, bana pek de yabancısı olmadığım bir tarzda, pek de yeni bir şey söylemeyen bir film gibi gelmişti. Filmle ilgili yazıları, filmin temel aldığı romanın yazarıyla yapılan söyleşileri okuduktan sonra, şimdi filmi bir kez daha izlemem gerektiğini düşünüyorum. Sandığımın tersine sağdan değil soldan bakan, McCarthy dönemi üzerinden ABD’nin yakın geçmişini, Bush dönemimi eleştiren bir film var karşımızda. Fakat, film rengini biraz daha açık etseymiş keşke.
SAVAŞ SUÇU İŞLEMEK
“Zindan Adası” iki dedektifin suça eğilimli ruh hastalarının “tedavi” edildiği bir adaya gelmeleriyle başlıyor. Dedektifler sıkı koruma altındaki bir hastanın kaçışının ardındaki sırrı araştırıyorlar. Hasta üç çocuğunu öldürmüş bir kadın. Baş dedektifin bir de kişisel meselesi var: Karısının ölümüne neden olan yangını çıkaran kundakçı da adadaki hastanede. Dedektifin karısının ölümünün dışında yaşamış olduğu başka travmalar da var. İkinci Dünya Savaşı sırasında Dachau’daki toplama kampında Nazilerin vahşetini görmüş, oradaki insanları kurtaramamış olmanın suçluluk duygusunu yaşamış. Bunla da kalmamış kendisi de orada teslim olmuş Nazileri öldürerek savaş suçu işlemiş. Suçluluk duygusu katmerlenmiş. Adadaki doktorlar ise çok güvenilir görünmüyorlar. Birisi Almanya’dan göç etmiş, belki de eski bir Nazi. Diğeri ilaç ya da ameliyata dayalı tedaviler yerine konuşma tedavisi uygulamayı yeğlediğini söylüyor ama o da yine de güvenilir gözükmüyor. Dedektifler bir süre sonra kendi zihinlerinin de gizlice verilen ilaçlarla bulandırıldığını düşünmeye başlıyorlar. Seyirci olarak biz ne görüyoruz? Bulanık zihinlerin algıladıklarını mı? Yoksa…?
Film, 1954’te yani Soğuk Savaş döneminde geçiyor. ABD’de müthiş bir paranoyanın hüküm sürdüğü, solculara, komünistlere yaşam hakkı tanınmadığı, senatör McCarthy öncülüğünde düşünce özgürlüğünün yok edildiği bir dönem. Ve yazar Dennis Lehane’i kitabını yazmaya iten neden de McCarthy dönemiyle, Bush dönemi arasında kurduğu benzerlikler.
11 Eylül sonrasında çıkan yasalar (Patriot Act özellikle) ABD’de ifade özgürlüğünü kısıtlamış; terörizme karşı savaş teranesi altında bütün aykırı sesleri susturmuştu. Lehane’i dehşete düşüren de bu olmuş. “İfade edemezseniz düşünemezsiniz, beyniniz bu baskıyı kaldıramaz ve kafaca da değişirsiniz” (12 Eylül sonrasında bizim başımıza da gelen bu) diyen Lehane, 2001 sonrasını 1954’e bakarak anlatmış.
Fırtınayla dış dünyadan kopmuş bir adada, klostrofobik bir ortam yaratmış ve travmalarını aşıp hayata devam etmede güçlük çeken bir kahramanı başrole oturtmuş.    
BEYİN YIKAMA ÇALIŞMALARI
Mesele şurda, Bush sonrasında iktidara gelen Obama temel politikalarda bir değişiklik yapmamasına rağmen, ruh hali çok değişti. Artık Amerikan aydını başkanına ve ordusuna güveniyor, ülkesine inanıyor. Dünyada da az çok aynı hava esiyor. Lehane’in romanının çıktığı tarihle (2003), Martin Scorsese’nin filminin vizyona girdiği tarih (2010) arasında yedi yıl var. Filmi bugünün ABD’sinin resmi olarak okumak güçleşti. O zaman da film, bildik sularda yüzen bir psikolojik gerilimmiş gibi algılanabiliyor. Oysa filmde, kimin hikayesinin doğruyu yansıttığı belli değil. Ben düz okumam sonrasında filme biraz da kızmıştım, sanki ABD’de psikoloji bilimi, beyin yıkama çalışmalarına hizmet etmemiş gibi bir anlam çıkıyor diye. Bir de tabii, politik alt-metin romanda filme göre daha belirgin olabilir, romanı okumadığım için bilemiyorum. Kısacası filmi seyredin ve resmi ideolojiye güvenilmeyeceğini aklınızda tutun. Eleştirmeniniz de, çıkan yazıları, Lehane’le yapılan söyleşileri okumasaydı, başka bir yazı yazmış olacaktı. Bunu her zaman yap(a)mayabilir, bu da (genelde) aklınızda olsun!
Hurt Locker: İmaj, sen nelere kadirsin!
Son Oscar ödülünün adayları  Bush’un son yıllarında karşı karşıya gelselerdi sonuç  çok farklı olurdu. O yıllarda ‘Avatar’ silip süpürür, ‘Hurt Locker’ ise muhtemelen aday bile olamazdı. 11 Eylül’den hemen sonra Hollywood’a büyük bir sükunet hakimdi. Oscar törenleri sıkı denetim altındaydı ve kimse, Bush yönetimi aleyhine bir şey söyleyemiyordu. Ya rejimden yanaydınız ya da karşısında. O dönemlerde aslında ABD’nin yaptıklarıyla imajı gayet iyi örtüşüyordu. Saldırgan politikalara saldırgan bir söylem hakimdi. Ama çoğunluğunu liberallerin oluşturduğu Hollywood entelijensiyası bu söylemle uyumunu uzun süre sürdürmedi. Bush’a karşı oluşan Michael Moore’un açtığı çatlak büyüdü.
Liberallerin gücü yine de Cumhuriyetçi Partiyi iktidardan indirmeye yetmeyecekti belki ama imdada ekonomik kriz yetişti ve gayet demokrat bir söylem tutturan Obama iktidara geldi. Ve sadece Amerika’nın aydınları, sanatçıları değil, dünya ABD’yle barışıverdi. ABD’nin yerlerde sürünen imajı birden düzeliverdi. Aslında değişen sadece de buydu, imajdı yani. İşgaller sürüyor, hatta savaş Pakistan’a yayılıyor ve İran’la gerginlik tırmanıyordu. Ekonomi cephesinde de krizin sorumlusu bankalar halkın parasıyla kurtarılıyordu. Mal aynı maldı ama ambalaj değişmişti. Bu da anlaşılan Hollywood’un devleti ve ordusuyla barışması için yeterliydi.
BİLİNÇLİ STRATEJİ
Birçok açıdan muhafazakar ve klişelerden oluşan bir film olmakla birlikte yine de bir başka gezegenin işgalini eleştiren, karşı çıkan ‘Avatar’, Bush’lu yıllarda Akademi’nin hissiyatına karşılık gelecek ve Oscar’ı alacaktı. Ama ‘Avatar’ geç kaldı. ‘Hurt Locker’ ise bilinçli bir stratejiyle zamanının gelmesi için bekletilen, bittikten bir yıldan daha uzun bir süre sonra vizyona sokulan bir film. Bir zamanlama başarısı! Çünkü artık iktidarda Obama var ve ABD artık eski zorba ABD değil! Yani, artık ABD’li sinemacılar ve aydınların çoğu buna inanıyor. Hurt Locker’da katleden, tecavüz eden, işkence uygulayan Amerikan askerleri yok. Filmde bomba imha eden, Iraklılarla iletişim kurmaya çalışan, sadece Amerikalıları değil Iraklıları da kurtaran askerler var. Artık orduyla barışma zamanı gelmişti zaten. Ve Hurt Locker bu hissiyata tercüman oldu, sonuçta da Oscarları götürdü.
Bir filmi anlattıklarıyla değil de anlatmadıklarıyla eleştirmek haksızlık mı? Irak’taki Amerikan askerinin dar perspektifinden olaylara bakmak yanlış mı? Evet, yanlış. Bundan hiç şüphem yok. Eğer aydınsanız bu sorumluluğunuz var. Kathryn Bigelow’un, Irak savaşı hakkında ne düşündüğü sorulduğunda “ben hakim değilim, bilemem” tarzı cevaplar vererek kaçması (Sabah’ta çıkan röportajından) oralarda kabul edilebilir belki ama buralarda kabul edilemez. Irak Savaşı hakkında fikrin yoksa, fikrin olan konularda film yap!     
Kaldı ki elbette bir fikri var Bigelow’un. Film boyunca anlaşılmaz bir dille (Arapça yani) konuşan, güvenilemeyecek, güvendiğinizde ise sizi öldürecek Iraklılarla dolu film. Kısaca Irak’ta Iraklılar “ötekiler”i oynuyor. Bir de Bigelow’un Oscar’ı kazanan ilk kadın olması nedeniyle elde ettiği tarihi konum var. Bigelow kadın yönetmenlerin en erkeği. Aksiyon filmleri yapan, erkek dünyasını anlatan bir kadın. Hurt Locker’da filmin kahramanı olan bomba imha uzmanı kısa süreyle ülkesine dönüyor ve karısı ile oğluna kavuşuyor. Ama bu evcil dünya ne kahramana ne de Bigelow’a uygun. Ne yani şimdi süpermarkette hangi mısır gevreğini almakla mı uğraşacak adamımız, bomba imha edip ölümün kıyısında yaşamak varken? Kendine bir dünya kurmayı beceremeyen bu adamın ruh halini derinlemesine anlatmaya çalışsa yine de saygı değer bir iş çıkarmış olurdu yönetmen. Ya da kapitalist dünyada gündelik hayatın eleştirisine soyunsa. Ama yönetmenin bunlarla kaybedecek vakti yok, kahraman askerlere (biraz kafadan kontak da olsalar) selam çakmak varken. Yazık, entelektüel düzeyi yerlerde sürünen bir film daha Oscar’ı aldı. Bütün dünya, biz de dahil bu gösteriye dahil olduk.
Ethel Greenglass Rosenberg (28 Eylül 191519 Haziran 1953) ve Julius Rosenberg (12 Mayıs 191819 Mayıs 1953) ABD'li vatandaşı ve Amerikan Komünist Partisi CPUSA üyesiydiler. Sovyetler Birliği adına casusluk yapmakla suçlanıp yargılandılar, suçlu bulundular ve idam edildiler.
Bu suçlamaların doğruluğu tartışmalıdır. On yıllarca sonra Sovyet haberleşmeleri VENONA projesi ile deşifre edilmiş ve kamuya açılmıştır. Bu haberleşmelerde Julius Rosenberg'in aktif olarak casusluk yaptığı yer almakta ancak suçlu bulunduğu casuslukla ilgili ya da Ethel Rosenberg'in ilgisi olduğuna dair herhangi bir delil bulunmamaktadır. İki tasraflı casusluk yapmak için komplo ile ve nükleer silah sırlarını Rus ajanlara iletmekle suçlanmışlardı. İdam kararından sona bütün Dünya tepki göstermiştir. Amerikan yetkilileri "yalan söyledik" diye ifade verin, idamınızı 30 yıl hapis cezasına indirelim diye teklif götürmüş, fakat kabul görmemiştir. Daha sonra yapılan 20 yıl teklifi de kabul edilmemiştir. Sanıklar yalan söylemediklerini ifade etmişlerdir. Son yapılan teklifle Bayan Rosenberg'e bütün şuçu eşine yüklersen seni serbest bırakalım denilmiş, fakat yine reddedilmiştir. Bu teklifler idam gününe kadar devam ettirilmiştir. Venona projesi kapsamında yayınlanan haberleşmelerin Amerika Birleşik Devletleri tarafından yayınlandığı ve bu davada Amerika Birleşik Devletleri'nin taraf olduğu gerçeği suçlamalar ve dava sonucu hakkındaki tartışmaları sürdürmektedir.
Julius Rosenberg 12 Mayıs 1918'de New York'da Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. 1939'da City College of New York'dan elektrik mühendisi derecesi ile mezun oldu. 1940'da Ordu İşaret Alayı'na katıldı, orduda radar ekipmanları üzerinde çalıştı. Genç Komünist Derneği'nde lider oldu ve 1936'da orada üç yıl sonra evleneceği Ethel ile tanıştı.Ethel Greenglass 25 Eylül 1915'de New York'ta Yahudi bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Oyuncu ve şarkıcı olmayı çok arzuluyordu ancak sonunda bir nakliye firmasında sekreter olarak çalışmaya başladı. İşçi anlaşmazlıkları ile ilgilendi ve Genç Komünist Derneği'ne katıldı ve ilk kez Julius ile tanıştı. Rosenberglerin iki oğlu vardı. Şair Melih Cevdet Anday'ın Rosenberg'ler için yazdığı ve Zülfü Livaneli tarafından bestelenen Anı adlı bir şiir vardır.                                                         

Anti-Komünizm Kapitalist görüşlere karşı olan ve aksinin gerçekleşebileceğini öneren Komünizm düşüncesine karşı olarak Komunist Sistemin yayılımını engelleme çalışmalarıdır. Başlangıcı Sovyet Rusya'nın kuruluşu ve savaş yorgunu ve yeni sistem düşünceli devletlerin katılımıyla aynı tarihte 1917-1922 aralığında belirtilebilecek bir tarihtir. Asıl etkeni ve asıl karşı çıkışı ABD yapmış ve Varşova Paktı karşılığında NATO'yu kurarak başta komünizm düşüncesine karşı çıkmıştır. II. Dünya Savaşı sırasında da Hitler anti-komünist bir politika izlemiştir.

Mayıs ihtilali ile ülke yönetimine el koyan askerî güç, oluşturulan "Kurucu Meclis" tarafından hazırlanan ve halk oylaması ile kabul edilen anayasa. Bir yıl içinde hazırlanan yeni anayasa, 9 Temmuz 1961'de halk oyuna sunuldu. Seçmenlerin yüzde 81'inin katıldığı oylamada, yeni anayasa yüzde 61,5 "Evet" oyu ile kabul edildi.
Böylece Türk tarihinde, ilk kez bir kurucu meclis anayasa hazırlamış ve bu anayasa halkoyu ile kabul edilmişti.1961 Anayasası uzun ve ayrıntılı bir metindi. Önemli yenilikler getiriyordu. Millet egemenliğinin "yetkili organlar eliyle kullanılacağı" hükmü ile ılımlı bir kuvvetler ayrılığı prensibi yer aldı.


John Maynard Keynes, (d. 5 Haziran 1883, Cambridge - ö. 21 Nisan 1946 Sussex, İngiltere) radikal düşünceleriyle ekonomide çığır açan Britanyalı iktisatçıdır.Ekonomik durgunlukla mücadelede müdaheleci para ve maliye politikalarını savunmasıyla tanınır. Bu düşünceleri daha sonra Keynesci ekonomi akımı içinde biçimlenmiştir.Temel politika önermesi talep yönlü makroekonomik poltikalardır.Yatırımları faiz ve sermayenin marjinal etkinliği yardımıyla açıklamaktadır. Ekonomi daima tam istihdam denge düzeyinde bulunmamaktadır.Ekonomide eksik istihdam ve atıl kapasite vardır. Ekonomideki işsizlik gayri iradi işsizlik olarak adalandırılmaktadır.Keynes'in en ünlü eseri 1936 yılında yayınlanmış olduğu, İstihdamın, Paranın ve Faizin Genel Teorisi (The General Theory of Employment, Interest and Money) ya da kısa adıyla Genel Teori diye bilinen kitaptır. Bu kitabıyla Klasik İktisatçıların öne sürdüğü teorileri kabul etmekle beraber, Klasik istihdam teorisine karşı çıkmıştır. Klasikçilerin öne sürdüğü ekonominin kendiliğinden eski haline gelme görüşünü imkansız bulmaktadır I. Dünya Savaşı sonunda toplanan Paris Barış Konferansı'na İngiltere Hazinesi'ni temsilen katılmıştır.Savaş sonrasında danışmanlık ve gazetecilik yapan Keynes, II. Dünya Savaşı 'nın bitmesine az kala,1944 yılında toplanan Bretton Woods Konferansı'nda İngiliz Heyeti'ne başkanlık yapmıştır. Keynes, Amerika Birleşik Devletleri tezlerine karşı İngiliz tezlerinin savunucusu olmuş ve konferansta kendi adı ile anılan, Keynes Planını sunmuştur.Liberal, sınırlı devlet anlayışından vazgeçilerek devletin ekonomiye müdahale etmesi gerektiğini söylemiştir. Görüşleri uzun yıllar ekonomiyi etkilemiştir. 1970'lerde stagflasyon(durgunluk içinde görülen enflasyon) yaşanması sonucu Keynes'in talep yönlü politikaları yetersiz kalmıştır. Ancak, 2007 global krizi gerek ABD Başkanı Barack Obama ve gerekse İngiltere Başbakanı Gordon Brown'ın uygulamaya koyduğu ekonomik tedbirler bakımından, Keynesci ekonominin teorik olarak yeniden gündeme gelmesini sağlamıştır.
Bir eşcinsel olduğu için özellikle Muhafazakarlar tarafından büyük eleştirilere maruz kalmıştır.

İthal ikamesi, daha önce yurtdışından ithal edilen mal ve hizmetlerin yavaş yavaş ülke içerisinde üretilmeye başlanmasıdır. Ithal ikamesi ile toplam arz da bulunan ithalat payıda azalır. Ithalat ikamesi, genellikle tüketim malları üretimi, ara malları üretimi ve yatırım malları üretimi olaarak gerçekleştirilir.
13 Şubat 1961'de, 1961 Anayasasının getirdiği demokratik ortamda, 12 sendikacı'nın İstanbul Valiliğine verdikleri bildirimle kurulmuştur. Kurucular, Şaban Yıldız, Kemal Sülker, Kemal Türkler, İbrahim Güzelce, Ali Demir, İbrahim Denizcier, Adnan Ardan, Avni Erakalın, Kemal Nebioğlu, Hüseyin Uslubaş, Ahmet Muslu ve Salih Özkarabaydır. Parti 1961 seçimlerine katılamadı.
1962 yılında kurucular, işçi sınıfı ile aydınları buluşturmak hedefiyle ve yaşadıkları tıkanıklığı aşmak için, aydınları partiye çağırdılar. Mehmet Ali Aybar, Behice Boran, Adnan Cemgil, Nazife Cemgil, Cemal Hakkı Selek, Yunus Koçak, Fethi Naci ve daha birçok aydın partiye üye oldular. Kurucu genel başkanı sendikacı olan Avni Erakalın'dı. Kurucular Doç. Dr. Mehmet Ali Aybar'a genel başkanlık önerdiler. Böylece Mehmet Ali Aybar genel başkan oldu. Türkiye Sosyalist Partisi mayıs 1962'de TİP'e katıldı. Kasım 1962'de Ahmet Muşlu ile Saffet Göksüzoğlu partiden ayrıldılar. Şubat 1963'de bağımsız senatör Niyazi Ağırnaslı ve kontenjan senatörü Esat Çağa TİP'e girdi.
TİP'in görüşleri basında Vatan ve Öncü gazetelerinde destek buldu. Yayın organı Sosyal Adalet sıkıyönetimde kapatıldı. Yön dergisi TİP'i desteklemedi.
1963 yerel seçiminde parti 9 ilde 36.000 oy aldı. 1964 senato yenileme seçimlerine YSK kararıyla katılamadı. Diğer partilere yapılan Hazine yardımı TİP'e yapılmadı

Sosyalist Gerçekçilik

Sosyalist Gerçekçilik, 1934’te Moskova’da yapılan Birinci Bütün Sovyet Yazarları Kongresi’nde Sovyetler Birliği’nin resmi Sanatsal üslubu olarak ilan edilmişti. Bunu, sosyalist gerçekçiliğin Sovyetler Birliği’nde kabul edilebilir tek sanat türü olduğunu bildiren başka sanatlar için benzer kongreler takip etti. Böyle bir karar, 1920’lerden beri devrime en iyi hangi sanat türünün hizmet edeceği konusunda figüratif sanatı destekleyenler ile soyut sanatın destekçileri arasında yürütülen tartışmaya da son verecek, Sovyetler Birliği’ndeki “modern” hareketi fiilen nihayete erdirecekti. 1934’ten itibaren bütün sanatçılar devletin denetimindeki Sovyet Sanatçıları Birliği’ne katılmak ve kabul edilen çerçevede eserler vermek zorundaydılar.
Sosyalist Gerçekçilik’in üç yönlendirici ilkesi parti sadakati, doğru ideolojinin sunulması ve anlaşılabilirlikti. Sanatsal değeri belirleyen, bir eserin sosyalizmin inşasına ne derecede katkıda bulunduğuydu; böyle eserler yasaklanamazdı. Tercih edilen üslup da, kitlelerce daha kolay anlaşılabilen gerçekçilikti, tabi bu da eleştirel gerçekçilikten ziyade, ilham verici ve eğitsel bir gerçekçilikti.
Sosyalist gerçekçilikte amaç, devleti kutsayıp Sovyetlerce inşa edilmekte olan yeni sınıfsız toplumun üstünlüğünü vurgulamaktı. Bu iki konu ve bunların sanatlarda sunuluşu dikkatle izleniyordu. Devletin onayladığı resimler tipik biçimde çalışan ya da spor yapan erkeklerle kadınları, siyasal toplantıları, siyasal önderleri ve Sovyet  teknolojisinin başarılarını tasvir ediyordu ve bu eserlerin hepsi de natüralistik, idealize edici, bir tarzda, insanları genç, kaslı, ilerici, sınıfsız bir toplumun mutlu üyeleri, önderleri de kahraman olarak göstererek yapılmaktaydı. Sosyalist gerçekçi eserler genellikle devasa ölçeklerde tasarlanıp, kahramanca bir iyimserlik havası yayıyorlardı. Sosyalist gerçekçi eserler genellikle devasa ölçeklerde tasarlanıp, kahramanca bir iyimserlik havası yayıyorklardı.

    

















        KAYNAKÇA
         Çağlar Keyder, Toplumsal Tarih Çalışmaları, İletişim, 2009
Gün Zileli, Yarılma, İletişim, 2008
Fikret Başkaya, Az Gelişmişliğin Sürekliliği, Özgür Üniversite, 2006
Nedim Gürsel, Yaşar Kemal-Bir Geçiş Dönemi Romancısı, Doğan Kitap, 2008
Mehmet Gönlübol, Haluk Ünman, Olaylarla Türk Dış Politikası,
Siyasal Kitabevi, 2000
Oral Sander, Siyasi Tarih II, İmge, 2005
Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’nin siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri,
Bilgi Üniversitesi, 2010
Tarık Zafer Tunaya, Medeniyetin Bekleme Odasında, Bağlam, 1989
           


             www.birgun.net







Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ferhan Şensoy ile Geriş’te Bir Buluşma

Erkan Yücel: Tiyatroda ne var ne yok?

PALAMARLAR