Boncuk Kaptan ile Kalender



Üstüme vuran tuzlu sudan dalgaların getirdiği sesleri duydum ömrüm boyunca. Burgaz-Kınalı arasındaki çukurda çok sallarım, her gün benimle yol gidenler uykularında olsalar bile bu sallanmaktan anlarlar ki Kınalı’ya varmak üzereyiz. Boncuk Kaptan dümendeyse, o gün keyfim yerindedir. Onun olduğu günler, Kınalı İskelesi’nde fazladan üç dakika bekleriz. Her zamanki gibi Ender bey gecikmiş, yuvarlana yuvarlana Yarbaşındaki evinden iskeleye koşturuyordur. Boncuk Kaptan, Ender bey binmeden asla hareket etmez. El sallar Ender bey Kaptan’a. İstanbul’a devam ederiz. Mevsimlerden kışsa, yolcularımın sayısı azalır. Yine de hiç boş bırakmazlar beni. Onlardan Arapça konuşmayı öğrendim, Rumca şarkı söylemeyi. İngilizceyi konuşacak kadar olmasa da anlıyorum. Her sabah kim bindi kim eksik, lüks mevkide kim var, alt katta kim… Hepsini bilirim. 
Şimdi saat 07.39… Az sonra Kınalıada’ya yanaşacağız. Boncuk Kaptan dümendeyse usulca süzüleceğim iskeleye. Süslü Bahri dümendeyse uğraştıracağım onu. Kıçımı her seferinde hışımla iskeleye vurup küfrediyor.  O küfredince inat edeceğim yanaşmamak için. Ender bey nefes nefese koşmaya başlayacak, Boncuk Kaptan düdük çalacak. Ender beyi almadan hareket etmeyeceğiz. Çımacı Lütfü, gece iskeleyi kapatmak üzereyken gençlerin misinayla bağladıkları iskele çanını çalıp durmalarından uykusuz, tatlı huysuzluğuyla herkes binince  iskeleyi toplayacak, halatlar çözülecek. Yola devam edeceğiz. Okula giden çocuklar uykulu gözleri, hiç dinmeyen neşeleriyle koşturacaklar. Büyükada’da restoranda çalışan garson Ali, uykusunu bölen çocuklara kızacak; “bağırmasanıza oğlum” deyip yumacak gözlerini. Kendi restoranının başına geçeceği günlerin hayaline dönecek. Ama önce, para denkleştirebilirse Van’daki sözlüsüyle evlenecek.
Lodos varsa pek keyiflenirim. Eskiden, Boncuk Kaptan’ın benimle konuşmadığı bir gün denizle inatlaştım. O sağ yaptıkça ben sol yaptım, o sol yaptıkça ben sağ… Kaptan Köşkünün camlarına kadar deniz çarptı. Büfede yere düşüp kırılan bardakların-tepsilerin sesini duydum. Daha sürdürecekken yolcuların çığlıklarına dayanamadım, bıraktım dümeni Boncuk Kaptan’a. Biraz daha rotaya girince terini silip “korkuttun beni be ihtiyar” dedi. ‘Gene neye dellendin?’’ 
Boncuk Kaptan has adamdır. Konuşur benimle, sabahları “günaydın ihtiyar” der, “bugün de kafanın dikine gidecek misin?” O güldüğünde ben de gülerim. Tepesi atmışsa ben de kızgın olurum. Büyükada’daki evinden sabahları erkenden kamaraya gelir, dümeni, telsizi kontrol eder. Briyantinli saçları özenle taralı, gömleğinin yakası daima kolalıdır. Boncuk Kaptan, annesi ve kız kardeşiyle yaşar. Büfeci çocuk, tek şekerli demli çayıyla pastaneden taze çıkmış, sıcacık börekitasları getirir. Boncuk Kaptan kahvaltısını yaparken radyoda sevdiği makamlar çalar.
Bir sevdalısı var, madam Marika. Burgazada’dan alırız onu haftanın iki günü. Kaptan Köşkü’ne gelir usulca. O içeri girince gözleri parlar Kaptan’ın. Kimseler görmesin diye kısacık kucaklaşırlar. Aralarında Rumca konuşurlar. Kaptan Rumcayı Giritli annesinden öğrenmiş. Babası Bahriye Subayı Necati bey Girit’e gittikleri bir sefer aşık olmuş madam Katrin’e. Katrin’in babası evlenmelerine razı gelmeyince de birlikte kaçıp Büyükada’ya gelmişler. Heybeliada’da bahriye okulunda öğretmenmiş Necati bey. Ben de Rumcayı Kaptan’la Madam Marika’dan öğrendim. Öyle tatlı sözler söylerler ki birbirlerine… 
Gece olup da son seferden dönüşte, Kaptan, arkadaşlarıyla iki tek atmak için evden önce meyhanenin yolunu tuttuğunda beni bir hüzün sarar. Işıklarım sönük, yolcular yokken, bağlı olduğum iskelede sabahın olmasını beklerim. Boncuk Kaptan’ın o gün benimle konuştuklarını düşünürüm. Kaptan sağlam boksördür. ‘Bizden geçti ihtiyar’  deyip durur ama kamaraya onu ziyarete gelenlerden biliyorum. Çok yaman boksörmüş. Hiç anlatmaz bu kısmı. ‘Az kırılmadı elim!’ diyip geçiştirir. Bir seferinde vurduğu yumruk yüzünden rakibi sağır olmuş. Boksörün karısı elinde bebesi Boncuk’un karşısına çıkıp da ‘oğlunun baba dediğini duyamayacak, yazıklar olsun sana’ diyerek yüzüne tükürmüş. O olaydan sonra kahretmiş. Bir daha ne maça çıkmış ne birine yumruk atmış. Ara sıra gelen ziyaretçilerden biri anasının gözü. Parmakları altın yüzük dolu, konuşurken pis pis sırıtan bir adam.  Boncuk Kaptan’ın tekrar maça çıkması için çok paralar teklif etti. Son gelişinde Boncuk onu da kovdu ya… Artık iskelede gemiye binmeye çalışan bu adam, kamaranın camından kendisini gören Boncuk Kaptan’a yalvarmaktan vazgeçmedi. “Ağabey, n’olursun geleyim. Bak vallahi çok önemli mevzular var.” Boncuk duymazlıktan gelir. Dümeni kırar, yolumuza gideriz. Kaptan benim dünyam. Bazı akşamlar seferler bitip de zuladan bir tek çıkarıp içtiğinde radyodan çalan rebetikoyla neşeleniriz, değmeyin keyfimize. 
Yaz sonu, Eylül başı bir gün Boncuk kamaraya geldiğinde tüm gece uyumadığı belliydi. “Namussuzlar, her yeri yakıp yıkıyor ihtiyar” dedi. Ne olduğunu anlatmadı ama kötü şeyler olduğu belliydi. Madam Marika’yı Burgazada’dan aldık. Yazlık elbisesi, eldivenleri ve şapkasıyla çok şıktı. Ellerini ovuşturup kederli gözleriyle bakınıyordu. Kaptan dümeni sımsıkı tutmuş, mavi gözleri uzaklara dalmıştı. Madam Marika, gitmek zorundayız diyordu. Çocuklar… kocam… Dinlemiyordu Boncuk Kaptan. Madam’ın kocasıyla işlettikleri restorana saldırmışlar. Burada kalamayız artık… Kalmadılar da. 
Kadıköyü’ne yanaştığımızda Boncuk Kaptan Madam Marika’nın ellerini tutup öptü. Onu ilk kez diz çökmüş gördüm. Madam’ın kucağına başını koyup ‘Ahh Marika, Marikamu..’ dedi. Madam saçlarını okşadı Kaptan’ın. Gitmeliyim, dedi… gözyaşları Kaptan’ın saçlarına, Kaptan’ın gözyaşları Madam’ın elbisesine döküldü. Ayağa kalktı Kaptan, Madam’ın ellerini sımsıkı tutarak kendine çekti. Birbirlerinin gözyaşlarını öptüler. Madam, ağlayarak kendini geri çekti. Çantasından bir fotoğraf çıkarıp Kaptan’a uzattı, kapıdan çıkarken dönüp Kaptan’a baktı. Beni unutma sevgilim dedi ve hızla kapıdan çıkıp gitti. Kaptan camdan aşağı, iskeleye başını uzattı. İskeleden koşarak uzaklaşan son yolcu, eldivenli ve yazlık elbisesiyle bir kadındı. Eliyle gözlerini siliyordu. 
Boncuk Kaptan uzun uzun düdük çaldı. Madam’ın arkasından bir o bir ben en son böyle ağladık. O benim koca yaşlı bedenimin sürücüsü, ben ise onun ruhunun bir parçasıydım. Denizin dalgalarıyla nasıl birlikte boğuşursak, ruhlarımızın dalgaları da birlikte çarpardı bordoma.  
Madam gittikten sonra Boncuk, eski Boncuk olmadı.  Kız kardeşi evlenip Trabzon’a gelin gitti. Annesi kısa bir süre sonra öldü.  Hayatındaki tüm kadınlar sanki sıra ile yok olunca Boncuk’u bir yalnızlık duygusu sardı. Daha çok içmeye başladı. Bana yine iyi davranırdı ama eski neşesi yoktu.  Gündüzleri de içiyor, hiç kimseyle konuşmuyordu.  Yine yakışıklıydı da gömlekleri ütülü-kolalı değildi. Saçlarının akı artmıştı. Arada sırada Madam Marika’nın fotoğrafını çıkarır bakar, iç çekerdi. Onun için elimden hiçbir şey gelmiyordu.  Bir iki kere iskeleye yanaşırken fena çarptık. Biri o kadar önemli değildi de ikinci seferde çok korkunç bir kaza atlattık. Kınalıada’da iskeleye tam yanaşmıştık ki, motoru gerektiği kadar yavaşlatmadığımızdan, halatın bağlı olduğu baba, gerilime dayanamayarak kopup güverteme düştü. Çımacı Lütfü “babayı aldın bee, yavaş yavaş!” diye çıkıştı Boncuk’a. Boncuk severdi Çımacı Lütfü’yü. Hiçbir şey demedi. Yalpaladık ama şükür ki hiç kimsenin kılına zarar gelmeden atlattık. Babanın çarptığı sağ yanım fena hasar aldı. Bu olaydan sonra Boncuk da ben de toparlayamadık. Onun ıstırap içindeki ruhunu koca gövdemle sarabilirim sanmıştım ama öyle olmadı. Birlikte yokoluşumuza doğru ilerledik. Artık ellerinin titremesi uzaktan bile fark ediliyordu. Ben de yorgundum.  Birlikte güzel yıllar yaşamış, birlikte hızla yorgun düşmüştük. Bakıma, onarımlara rağmen ihtiyaçlara cevap veremiyordum. Emekliliğimiz gelmişti. Zaten o yaz, nerede o güzelim vapurlar dedirtecek kadar çirkin, anlamsız gemileri soktular devreye. Bir gün, seferi tamamlamış, Kabataş İskele’de saati bekliyor, Boncuk’la kaptan köşkümüzde radyo dinliyorduk. Hüzünlüydü. “Yolları tükettik ihtiyar” dedi. “Az önce sen de ben de son seferimizi yaptık.” Yutkundu. Korkmuştum, hiçbir şey anlamıyordum. Tahmin ettiğim şeyleri söyleyecek diye anlamamış gibi yapıyordum. Seni buradan Tuzla’daki tersaneye çekecekler. Beni de emekli ettiler. Yolumuz bitti ihtiyar… yolumuz bitti. Boncuk,  dümenimdeki yüksek sandalyesine çöktü, eliyle gözlerini ovuşturdu. Ağlıyordu. Ağlıyorduk. İçimden kaçmak, Boncuk’la beraber uzaklara açılmak geldi. Bize hiç kimsenin ulaşamayacağı diyarlara gitsek, Boncuk yürü ihtiyar dese, otursa dümenimin başına, zarif ve güçlü elleriyle istediği yere bükse. Sırf o gülsün diye inatlaşsam, inadın tuttu yine, keçi! dese, şakalaşsak… Madam Marika’nın olduğu limana yanaşsam, madamı da alıp gitsek… gitsek… Ömür hiç sonlanmasa… Sigarasını yaktı Boncuk, öksürdü.  İç cebinden kanyağını çıkarıp içti. Gençtim o zamanlar ihtiyar. Daha seninle tanışmamıştık. Babam sağdı. Kabıma sığmazdım. Ada dar gelirdi yüreğime. Boksu da bıraktıktan sonra ne yapacağımı bilemiyor, çekip gitmek istiyordum. Sonunda tayfa olup açıldım. İtalya, Pire. Oradan Amerika. Tekrar Avrupa. Gezmediğim ülke, vurmadığım kıyı, gamzesinden öpmediğim güzel kalmamıştı. Carmen, Juliette, Emma… Eve uğradığım bir seferde, arkadaşlarla Burgaz’a rakıya gittik. Bir balıkçı düşün, çiçekler içinde, cıvıl cıvıl. Arkadaşlar kayıkta içelim diye ısrar etti de tutturdum illa buraya girelim diye. Girdik, oturduk. Kader… Marika’mın kocasıyla işlettiği lokantaymış, nereden bileyim? Beyazlar içinde, kara gözlü, ince belli, yanık tenli bir dilber… içim titredi. Kalbim yerinde değilmiş de oraya bir kuş girmiş gibi, pır pır çırpınır. Öyle bir his. Ben Marika’yı daha görmeden ona sevdalıydım ihtiyar. Onu gördüğüm ilk anda anladım bunu. O gece sabaha bitti. Gece bitti ama yüreğimdeki kuş çırpınır, dışarı çıkmak ister. Muhabbet ister. Düştüm peşine. Sürekli izliyorum onu. Bir kayık aldım, balığa başladım. En tazelerini götürüp lokantalara veriyorum.  Para kazanacağımdan değil, sırf ona yaklaşabilmek için… Yaklaştım. Çok dil döktüm ona. Öyle kolay da beğenmez haa… İki yılın sonunda ancak kavuştum Marika’ma. Ben her şeye razıydım. Kocasını, çocuklarını bırakmazsa bırakmasın. O da beni seviyordu ya isterse Rab canımı alsın, ne gam! Sonra işte, Kaptan oldum. Birlikte ilk seferimizi hatırlıyor musun? Birine mi kızmıştın bana hoş geldin mi diyordun neyse dümeni bırakmıyordun bana bir türlü. Yoksa kendini mi tanıtıyordun bana? Hey gidi kalenderlerin ihtiyar…  
Nasıl hatırlamam? Çiçeği burnundaydık ikimiz de. 1946 senesiydi. Madam Marika’nın Yunanistan’a gitmek zorunda kalmasından on yıl önce. Boğaziçi hattındaydım o yaz. Bir sabah genç, beyaz gömleği pantolonu içinde, briyantinlenmiş saçları, güneş yanığı yüzü, mavi gözleriyle sırım gibi bir delikanlı geçmişti dümenin başına. Efendi, kendinden emin bir hali vardı. İçim ısınmıştı ona, bir hoş geldin demek için dümeni kitleyip epey uğraştırdım onu. Kan ter içinde kalmıştı ki bu kadar yeter deyip Arnavutköy’e yanaştım. İlk o zaman konuşmuştu benimle. Zaten benimle konuşan tek kişidir o. “Ne inatçıymışsın sen yahu, böyle mi hoş geldin denir adama?’’ Anlamıştı benim Boncuk Kaptan’ım onunla şakalaştığımı. Mendiliyle yüzünü silmişti.  Arnavutköy’ün çımacısı bana doğru gelmek için bekleyen yolcuların kapısını her zamanki gibi ‘çek elleriii, Boğaziçi’ diyerek sürüklemiş, çoluk çocuk koşturup doluşmuşlardı. Arnavutköy’den Çengelköy’e henüz hareket etmiştim ki bir gürültü patırtı koptu. Kaptan Köşkü’nün kapısı önündeki sesler, kapının açılmasıyla içeriye taştı. Miçolardan biri ile güvenlikçi, gençten bir delikanlıyı almışlar aralarına, delikanlı bunları savuşturuyor. İlla kaptan köşkü’ne gireceğim diye. Boncuk araya girdi. Kan ter içindeki delikanlı’yı bıraktırdı, miço ile güvenlikçiyi dışarı yolladı. Hoş geldin delikanlı, dedi Boncuk. İnce yüzlü, uzun boylu delikanlı, Can’mış adı, zafer kazanmış olduğundan rahatlamış, içeri girebildiği için şaşkın, etrafı inceliyordu. Boncuk bu sessiz misafiri konuşturdu nihayet. Can, Arnavutköy’deki evlerinin camından ne zaman geldiğimi görse, Kalender geldi diyerek sahile fırlar, Akıntıburnu’ndan Bebek’e kadar koşarak benimle yarışırmış. Boncuk’un yüzü aydınlandı. Demek bu inatçı Kalender’e sevdalandın haa, işin zor dedi. Gülüştüler. Can, eğer eli kolu doluyken beni görmüşse koşamayacağı için poşetleri yere bırakır, bir gözünü kısıp diğeriyle bana bakar ve baş parmağıyla izleyerek yarışırmış benimle. Çok tatlı bir çocuktu. O günden sonra, Arnavutköy’e yaklaşırken ona özel selamımızı verdik Boncuk’la. Dört kere kısa düdüğümü çalıyorduk. Boncuk, ben ve Can’ın arasında bir işaretti bu. Şimdi nerededir o delikanlı kim bilir? Yine öyle tutkuyla nelerin peşinden gitti, nasıl bir ömür sürdü? Sürdü mü? Kim bilir… 
Madam Marika’nın Atina’ya gittiği Eylül ayında kocadık biz. İnsanın özünden neşeyi alırsan, yüreğindeki kuş ölür. İsterse nefes alsın, yesin içsin, dolaşsın. Yok. Yürek kuşu pır pır etmedi mi, ihtiyar, benim inatçı arkadaşım, yaşıyor sayılmaz hiç kimse. Şimdi artık ayrılık vakti. Boncuk Kaptan gözleri yaşlı anlattıkça hepsini hatırladım. İlk seferimizi, şakalaşmalarımızı, kederlerimizi, Madam Marika ile kucaklaşmalarını… Şimdi artık yaşamanın anlamı kalmamıştı. İster Tuzla’ya sürsünler beni, ister parçalara ayırıp hurdaya… Hepsi aynı yola çıkıyor benim için. Boncuk ancak o zaman farkına vardığım valizini aldı, başka bir zaman buluşuruz yine belki ihtiyar. Beni unutma dedi. Çıktı. İskeleye indiğinde döndü, başındaki fötr şapkasını çıkarıp beni selamladı. Aksayan adımlarla ilerledi. Tıpkı Madam Marika’nın arkasından yaptığım gibi uzun uzun düdüğü öttürdüm.  
Şimdi, burada, yıllardır geçip giden zamanı, anılarımızı düşünüyorum. Sürüldüğüm iskelede genç gemiler, lüks yatlar inşa ediliyor bir yanda. Onları gördükçe kahroluyorum. Son kazada, iskele babasının deldiği böğrüm sızlıyordu; bu genç yatlar, gemiler hazır olup denize açıldığında.  Bir meçhulün içinde, anılar denizinde pas tutuyorum. Anılar karışık, bir ilk günlerim geliyor aklıma bir yolculardan alâkasız olan olaylar… Sesler karışıyor, yüzler değişiyor.  Yollarım bitti. Hiç kimse beni duymuyor. Ben beni bilmiyorum artık. 
Tüm seslere kapatıyorum kendimi, geçmişte kalanları düşlüyorum. Bedenimde, ruhumda birikenleri. Saat 07.39… Az sonra Kınalıada’ya yanaşacağız. Boncuk Kaptan dümendeyse usulca süzüleceğim iskeleye. 

(Psikeart'ın Ruh ve Beden sayısında yayınlanmıştır)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ferhan Şensoy ile Geriş’te Bir Buluşma

Erkan Yücel: Tiyatroda ne var ne yok?

PALAMARLAR