Erkan Yücel: Tiyatroda ne var ne yok?

Erkan Yücel'in adını ilk olarak tiyatro yapmaya başladığım yıllarda duydum, Tiyatro, ''şimdi ve burada'' gerçekleşen bir sanat olduğundan, kendisini sahnede izleme şansım olmadı. Kendimi mis kokan tozlu tiyatro sahnelerinde bulduğumda, Erkan Yücel çoktan o tozları yutmuş ve büyük bir tutkuyla bağlı olduğu sahnelerden çekip gitmişti. Adının geçtiği her ortamda, onun çok değerli bir sanatçı olduğunu ve her erken ölümde söylendiği gibi, yapacak çok şeyi varken gittiğini duyardım. Bunları duyardım ama bu önemin, değerin neden ileri geldiğini bilmezdim. Ta ki elime onun anısına hazırlanmış bir kitap geçene dek...

Gün Zileli ve Şule Ayaz'ın yayına hazırladıkları, Yayın Kolektifi önerisiyle Kibele Yayınları'ndan çıkan ''Dünyanın Her Yeri Sahne / Erkan Yücel anısı'' adlı kitap, Erkan Yücel'e ait 1972-1994 yıllarını kapsayan “Belgeler, Mektuplar, Yazılar ve Fotoğraflar”  Erkan Yücel’in o yıllara ait güncesi gibi... Dönemin toplumsal koşullarında dört nala devrime koşan, köylere düzenlediği turnelerle ''toplumsal tiyatro'' yapmayı kendine şiar edinen bu tiyatro tutkunu sanatçının annesi, ablası, eniştesi ve  tiyatrodan arkadaşları ile mektuplaşmalarını okurken tam da bu ''günce yazar gibi içtenliğe'' tanık oluyorsunuz.

1960’lar’daki Toplumsal Uyanış ve AST
Erkan Yücel'in tiyatro yaşamını birkaç dönemde inceleyebiliriz. İlk dönem, 1963'te Meydan Sahnesi ve sonrasında Ankara Sanat Tiyatrosu'nda (AST) oyunculuk yapmasıyla başlar ve 1972 yılında tutuklanana dek sürer. AST'la temsil edilen bu ilk dönem, Türkiye'de 1960'lardaki toplumsal gelişmelerin sanattaki bir yansıması gibidir. Bu dönemde önceleri sanatsal bakımdan düzeyli klasikler ağırlıktadır ama 1966'dan itibaren toplumsal uyanışa ağırlık veren Ayak-Bacak Fabrikası (Sermet Çağan), 72. Koğuş (Orhan Kemal), Linç (Kerim Korcan) gibi oyunlar giderek ağırlık kazanmaya başlar. Burada da toplumsal sorunlarla sanatsal kaygı paraleldir ve birbirini desteklemektedir.

12 Mart Dönemi ve Hapislik… 
Hapishanedeki tüm olumsuz koşullara rağmen dönemin dayanışma ruhunu da yine kitaptaki mektuplaşmalarda görüyoruz. Erkan Yücel’in annesi Zehra Yücel’e kadınlar koğuşundaki kadınların yazdığı mektup bu dayanışmanın örneklerinden biri:

 “Sevgili Zehra Anamız,
Geçmiş olsun der, sağlıklı ve neşeli günler dileriz.
‘Gün ola, devran döne, umut yetişe
Dağlarının, dağlarının ardında,
Değil öyle yoksulluklar, hasretler
Bir tek başak bile yalnız kalmayacaktır,
Bir tek zeytin dalı bile yalnız...
Sıkıysa yağmasın yağmur
Sıkıysa uykudan uyanmasın dağ.
Bu yürek ne güne vurur...’
Ellerinizden öperiz.

Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu” (Dünyanın Her Yeri Sahne/ Erkan Yücel Anısı, Kibele Yayınları, 2012, sf. 94)

Erkan Yücel’in ablası Nermin Alpman’la ve  tiyatrocu arkadaşlarıyla mektuplaşmalarını okurken onun hapishanede olduğunu unutuyorsunuz. “İçerideyken” dahi enerjisini, tiyatro dirimini hiç yitirmeyen Erkan Yücel, kime mektup yazarsa yazsın mektubun son notunda; “Tiyatroda ne var ne yok?” diye soruyor.

“Anneciğim,
Sizlere bir mektup göndermiştim, anlaşılan bir aksaklık oldu. Esasen mektupta verilecek önemli şeyler olmuyor. He rgün aynı geçiyor. Sağlığımdan endişe duymayın. Çok iyiyim. Henüz mahkemeye çıkmadım. Mahkemeden sonra ya Mamak'tayım ya da evde. Burası bu günler tanıdık simalarla dolmaya başladı. Neşemiz, moralimiz yerinde. Sizden Brecht'in "Galille" adlı tiyatro eserini istemiştim, bulabilirseniz evde olacaktı. Sizlerin sıhhat haberleriniz beni çok sevindiriyor. Ziyarete gelen Feyiz'e teşekkür ederim. Gönderdiğiniz eşyalar burada yeterli; başka bir şey göndermenize gerek yok. Ablam sıhhatine dikkat etsin. Anneciğim sen de ablamlarda kalırsan yalnız başına sıkılmazsın. Şimdilik paraya ihtiyacım yoktur. Burada yalnızca çay, süt, yoğurt gibi şeylere para ödüyoruz, gerisi devletten. Şimdilik koğuşun en kıdemlisi durumundayım. Akşamları türkülü eğlence programları var. Beni rahat bilin ve kederlenmeyin. Annemin ellerinden, sizlerin ve tüm arkadaşların gözlerinden öperim.
Erkan
16/5/1972

Not: Tiyatro'nun durumu nedir?” (Dünyanın Her Yeri Sahne/ Erkan Yücel Anısı, Kibele Yayınları, 2012, sf. 22)

Erkan Yücel mahkemelerde yaptığı savunmalarında bile tiyatro ve sanat sorunlarını ele alır. İçeride yazdığı kitap tanıtmalarını arkadaşlarına ulaştırıp yayınlatmanın yollarını arar.

1970’lerdeki Politikleşme ve Propaganda Tiyatrosu
1974'te hapishaneden çıktıktan sonra onun tiyatro yaşamında, ikinci ve yeni bir dönem başlar. 12 Mart döneminin ardından sol, yeni bir yükselişe geçmiştir ve toplum hızla politikleşmektedir. Bu politikleşme sadece tiyatroda değil edebiyatta ve diğer sanat dallarında da ağırlığını hissettirmektedir. İşte bu ortamda AST’tan ayrılarak DAST'ı (Devrimci Ankara Sanat Tiyatrosu) kuran Erkan Yücel hızla politik propaganda tiyatrosu anlayışına kayar ve özellikle 1974-1976  yılları arasında buna uygun propaganda oyunları sergiler. Bu iki yıllık dönemde kaçınılmaz olarak oyunların sanatsal kalitesinde bir düşme görülür ama aynı zamanda köylere, yoksul halkın yaşadığı her yere tiyatroyu taşıma tutkusu da yabana atılmayacak bir özellik olarak not düşülmelidir.

Propaganda tiyatrosunun sanatsal düzey bakımından yetersizliği bir süre sonra Erkan Yücel tiyatrosunda da tartışma konusu olmaya başlar. Bu tartışmada elbette Erkan Yücel’in dahil olduğu Aydınlık Hareketinde başlamış bulunan “Dar Kapıcılık” kampanyasının belirleyici rolü olmuştur. Aydınlık Hareketinin taraftarları, Dar Kapıcılık kampanyasıyla iki yıllık süreçteki sekter hataları ve örgütlenmedeki “dar kapıcılığı” eleştiri konusu yapmaya başlamışlardır. Bu kendini hareketin bir parçası olarak gören Erkan Yücel Tiyatrosu’nda da sanatsal düzeyin yeterince dikkate alınmaması eleştirisini gündeme getirmiştir:

 “…Formüllere bağlı kalmamız bizi dışımızdaki sanatçılardan uzaklaştırdı. Kendi kabuğumuza çekildik ve dışımızda gelişen canlı fikir hayatından, sanat hayatından uzaklaştık. Revizyonizmle aramıza sınır çekelim derken bilgi ile aramıza sınır çektik. Başkalarının fikirlerinden yararlanmadık. Dışımızdan gelen her eleştiride kötü niyet aradık, revizyonizmin bir oyunu olarak gördük. Onlarla tartışmaya da girmedik. İdeolojik geriliğimizi bildiğimiz için buna cesaret edemedik. Ne onlardan öğrenebildik ne de hatalı fikirlerle mücadele edebildik. Sanat ve fikir hayatının dışında kaldık…” (Dünyanın Her Yeri Sahne/ Erkan Yücel Anısı, Kibele Yayınları, 2012, sf. 150)
Böylece 1976 yılından itibaren tiyatroyu halka götürme çizgisinden vazgeçilmemekle birlikte daha önceki popülist yönelim yerine sanatsal beğeniyi daha fazla dikkate alan bir sürecin başladığını görüyoruz.

İz Bırakan Filmler
Erkan Yücel öyle bir yetenektir ki, ağırlıklı olarak amatör oyuncuların yer aldığı propaganda oyunlarını bile neredeyse tek başına seyredilir kılabildiği anlatılır. Bulunduğu her yeri sahne olarak gören bu yetenek doğrudan sinema oyuncusu olmadığı halde dönemin en fazla iz bırakan filmlerindeki en zor rolleri ustalıkla canlandırmıştır: Endişe(Yılmaz Güney), Yorgun Savaşçı (Halit Refiğ), Bereketli Topraklar Üzerinde (Erden Kıral), Hakkari’de Bir Mevsim (Erden Kıral)

1980’ler: Durmak Yok Ama…
1976 yılında girilen mecrada devam edilir… 12 Eylül Darbesi ve bilinen baskılar Erkan Yücel’e ve Halk Tiyatrosu’na çelme takamaz. 1981’de Turgut Özakman’ın yazdığı Fehim Paşa Konağı adlı oyun sahnelenir. Müfettişler Müfettişi (Orhan Kemal), Bir Filiz Vardı (Orhan Kemal), geleneksel meddahlık tekniğiyle Ankara Halk Tiyatrosu’nda sahnelendiği 1980 yılında oldukça ses getiren Düş ve Gerçek (Erol Toy) gibi oyunlar bu dönemin ürünleridir.

12 Eylül döneminde elbette baskılar artmıştır. Askeri Rejim bu günkü müdahaleleri fazlasıyla hatırlatan bir şekilde o gün de tiyatrolara müdahale etmektedir. Erkan Yücel, Arayış dergisindeki 22 Şubat 1982 tarihli yazısında şöyle demektedir:

“…Çünkü birileri bir tasarı hazırlıyor ama hiçbir şeyden haberimiz yok. Sürprizlerle dolu bir tasarı çıkabilir gene ortaya. Bazı anlayışlar, örneğin, ‘Devletin eleştirilmemesi’ koşulu... Bence sanatın eleştiri hakkı hiç bir şekilde kısıtlanmamalıdır. Devlet de, onun kurumları da, üstyapısı da eleştirilmelidir. Bu milli olmakla çelişmez. Öyle bir an gelir ki, milli olmanın kıstası Namık Kemal'in yaptığı gibi devleti eleştirmek olur.” (Dünyanın Her Yeri Sahne/ Erkan Yücel Anısı, Kibele Yayınları, 2012, sf. 175)



Böylece 1980’lerin ortalarına, 1985 yılına gelir ve dururuz. Yine bir film çekimi çalışması sırasında Kuşadası’ndan İzmir’e giderken…
Ceren Cevahir Gündoğan

Fırat Yücel, Ferhan Şensoy, Mehmet Esen ve Yılmaz Onay’ın anlatımıyla Erkan Yücel: 
Babamı kaybettiğimizde altı yaşındaydım. Hayal meyal olarak bile zor anımsadığım o ilk yıllarımdan bende anılardan, hatta fotoğraflardan çok tek bir duygu kalmış: Babamın hep uzaklarda oluşu. Hafızamda gündelik hayata dair hemen hiçbir şey yok, büyük ve bekleyişsiz bir uzaklığın dışında. Bir tek “babanız turnede” cümlesi kalmış benimle, annemden sık sık işittiğim. Bekleme duygusunu silmişim ölümle birlikte. Bu yüzden çocukluktaki duygu halim ve bugünkü arasında çok bir fark da yok sanırım: Çocukken babam “turnede”ydi ve annemden ismini duyduğum bir mitti benim için. Bugün de “turnede” ve bugün de annemden ya da dava arkadaşlarından dinlediğim bir mit. Tek fark şu: Babamı beklerkenki çocuk halimi hayal edemiyorum hâlâ ama yaşım ilerledikçe, babamı farklı bir şekilde beklemeyi öğreniyorum sanırım; beklemenin Türkçedeki diğer anlamıyla, bekçilik yapmaya işaret eden anlamıyla. O da şöyle bir şey sanırım: Çocukken sık sık işittiğim o “turnede” lafının arkasındaki anlam derinliğini keşfetmek. 70’lerin sonunda ya da 80’lerde dünyaya gelen devrimci çocuklarının çoğu için sanırım geçerlidir: 12 Eylül öncesini hayal etmeye çalıştığınızda, bir tür giz dumanı eşlik eder zihninizde beliren imgelere. Bu durum, darbe sonrasında geçmişe bakma/bakamama biçimleriyle alakalıdır belki. “Ne olduysa oldu”dur 80 öncesi, saklanmak, unutulmak istenendir; hayal kırıklığıdır. Ama aynı hayal kırıklığı bir başkasının ağzında, bugünü küçümseyen bir kibre, geçmişten övünç çıkarmaya dönüşebilir ve “o zamanlar her şey farklıydı” halini alır. Sonradan fark ettim ki, insanlar babamı da aynı şekilde hatırlıyor, ya acı duyarak ve hayıflanarak, ya da “bugünkü sanatçılar/solcular gibi değildi, adam gibi adam”dı gibi laflarla, yani sanki kıymetini, ancak bugünden farklılığını ortaya koyarak anlatabilirlermiş gibi. Bu “adam gibi adam” güzellemesini o kadar işittim ki, çok geçmeden anladım: Bu söz babamdan çok “adamlık” mertebesine değer katıyordu, babamı anlatacağına “adam” kavramına otorite sağlıyordu. Bu tür sözlerle birlikte o giz dumanı daha da fazla kaplıyordu zihnimi, 80 öncesini hayal etmeye çalıştığımda. Dünyanın Her Yeri Sahne kitabının benim için anlamı buradan geliyor: Bu kitaptaki belgelerde, tutanaklarda, mektuplarda geçmişi yaşandığı biçimiyle görebiliyorum. İşte o zaman giz dumanı az da olsa dağılıyor, çünkü burada okuduğumuz satırlar ‘o zamanın içinden konuşuyor’. Benim bildiğim geçmişten çok farklı bu; bir ‘bugünle kıyas’ malzemesi değil, bir hayal kırıklığı miti değil, bir yüceltme değil, tartışma programlarında satışa sunulan bir hakikat sorusu da değil. Sanırım, 80 sonrası kuşaklara Türkiye’nin yakın tarihi, ya onlardan saklanması icap eden bir şey ya da onlara bırakılamayacak kadar değerli bir şey –bir tür siyasi kapital- olarak sunuldu. Bu kitabın taşıdığı geçmişte ise bu söylemi yıkan bir şeyler var: Hem babam kendi ağzından konuşuyor, hem başkaları onu, bugünün getirdiği güvenli konumdan değil, zamanın aciliyetleri içinden anlatıyor, hem de ben tüm bunlara kendi gözümle bakabiliyorum. Onu bir “adam” olarak değil, bir insan olarak tanıyabiliyorum. Ve evet babam hâlâ “turnede” ama o turne, şimdi benim gözümde daha gerçek bir yer, dünyanın her yeri gibi...
 Fırat Yücel

Küçük Sahne'de Muhsin Ertuğrul'un odasındayım. Telefon çaldı. Kaldırdım ahizeyi; Erkan Yücel! Tanışıklığımız yok, birbirimizi biliyoruz, ben onun hayranıyım. Görüşmek istiyor. Buyur ağbi, dedim. 15 dakika sonra o da Muhsin beyin odasındaydı. AST'dan ayrılmış, genç bir takımla DAST'ı kurmuştu. Başkentte şimdi Şinasi Sahnesi olan salonda oynuyor, turneler yapıyordu. İlhbaharda İstanbul turnesi düşünüyordu. Kadrosu kalabalık DAST sıkıntı içindeydi. Küçük Sahne'de oynamak istiyordu. "Salon kirası ödeyecek durumumuz yok. Mayısta biz gelip burada oynayalım, siz Ankara'da bizim salonda oynayın. Birbirimize kira ödemeyelim. Siz Ankara'nın elektrik faturasını ödersiniz, biz buranınkini." diye gülümsedi kadife gözleri, büyük oyuncunun. Hemen el sıkıştık. Başkentte Şahları da Vururlar dolu oynadı. Elektrik faturasını ödedik, döndük İstanbul'a. DAST'ın Erkan Yücel'in kotardığı Hamdi Hamdi isimli siyasal ortaoyunu pek izleyici yapamamıştı Küçük Sahne'de. Gülümseyerek karşıladı beni. "Pek seyirci bulamadık ama, elektrik parasını yatırdık." dedi kadife gözlerinin içi gülerek. Sarılıp öpüştük.
Ferhan Şensoy

Ustam Erkan Yücel'i tanımaktan, onun öğrencisi olmaktan hep onur duydum. Ben sadece oyunculuğu değil ülkemi, insanımı sevmeyi de ustamdan öğrendim. Erkan Yücel sadece Türkiye’nin değil, dünyanın en büyük oyuncularından biriydi. Onu en yakınından biri olan Gün Zileli'nin anlatması beni çok mutlu etti. Çünkü bir devrimciyi en iyi bir devrimci anlatabilir. Erkan Yücel hayatı boyunca başını sadece sahnede eğdi. Bu kitapta ve anılarımızda onu hep böyle hatırlayacağız ve yaşatacağız.
 Mehmet Esen


Erkan ile 1962' veya 63'te (elli yıl kadar önce) Ankara "Tiyatro Sevenler Gençlik Cemiyeti"nde (sonra adı "Ankara Deneme Sahnesi" oldu) Münip Senyücel'in yönetiminde Albert Camus'nün "Yanlışlık" oyununda birlikte oynadık. Sonra 1965'te aynı toplulukta, sahneye uyarlayıp yönettiğim "Savaş Oyunu"nda Erkan'ın da oynuyor olması benim için büyük bir şanstı. Hemen ardından AST'a girdi. Ve asıl en önemli işbirliğimiz, 12 Mart döneminde Erkan'ın cesur kararıyla AST'ta Bertolt Brecht'in "III.Reich'ın Korku ve Sefaleti" oyununu "Hitler Rejimi'nin Korku ve Sefaleti" adıyla sahnelerken gerçekleşti ki o oyun, - gerçi beşinci oynanışta tiyatronun faaliyeti yasaklandı ama - ülkemiz tiyatro tarihine geçen önemli bir köşe taşı olmuştur kanımca. Yani Erkan Yücel, yalnız harika oyunculuğu ile değil, çok yönlü bir tiyatro adamı olarak ve sosyalist bir sanatçı olarak (sinema alanında da) yeri doldurulamaz değerde bir arkadaşımızdı. Öylesine genç yaşta yitirdiğimize inanmakta hâlâ güçlük çekiyorum.
Yılmaz Onay

Remzi Kitap dergisinde yayınlanmıştır.

Yorumlar

gaydırıgubbak dedi ki…
70'li yılların sonlarına doğru Ankara da bir kaç oyununu izlemiştim. Bunun yanı sıra çeşitli parti (TİKP) etkinliklerinde seyretme olanağını buldum. Köy köy kasaba kasaba dolaşıp, traktör römorklarını yan yatırıp sahne kurduğu ve buradaki insanlara Nazımları,Brecht'leri götürdüğü söylenir. Yazı çok güzeldi. Anılarım depreşti çok duygulandım.
Sağlıcakla :)

Orhan

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ferhan Şensoy ile Geriş’te Bir Buluşma

PALAMARLAR