Sokak Kuşları



                                                  Evden dışarı hiç çıkmıyorum. Çıkamıyorum. Tam olarak korkuyorum diye değil, ihtiyaç duymuyorum. Bakkal tüm siparişlerimi gönderiyor. Ödemeleri de internetten yapıyorum. Çeviri işi için de zaten evde bilgisayarınızın olması yeterli. Dolayısıyla yaklaşık iki yıldır evden çıkmıyorum. Arkadaşlarım çok uğraştı, gereksiz bir uğraştı bence, dışarı çıkalım, alışverişe gidelim, bara gidip içelim, dansa gidelim, yeni film gelmiş sinemaya gidelim… Bu numaraların hiçbirini yutmadım. En son, köpeğim Alf’i aldılar benden. Yürümüyor bu hayvan, onu da öldüreceksin diyerek. Ve hepsini def ettim başımdan. Şimdi rahatım. Artık aramıyorlar. Çünkü bir tek anneler sonuna dek bırakmaz mücadeleyi. Sokağa gel diyen herkesten uzaklaşıyorum. Anlamıyorlar. Sokak, sonsuz bir tehlike demek benim için. Artık hiç sevmiyorum sokağı. Sevmem, sokağa çıkmam için bir nedenim de yok. O parkta yüzünde maske, günler geceler boyu neşeyle sabahlayanlardan biri de bendim oysa. Kabul ediyorum, o günler bittikten sonra şimdi biraz korkuyorum. Hâlâ oradaymışız gibi, her an birimize bir şey olacakmış gibi bir his… Nadiren gökyüzünde bir helikopter sesi duyduğumda banyoya girip kapıyı sıkı sıkı kilitliyorum. Saatler sonra çıktığım oluyor. Zaman dediğin nedir ki? Gelir geçer… Evimde iyiyim. Güney ülkelerindeki savaştan kaçıp Batı’ya gitmek için yollar arayan çaresizlerin durağı bu semt. Şanslılarsa üç odalı bir evde seksen kişi barınıyor. Bitişikteki binadan seslerini duyuyorum hep. Dillerini bildiğim için belli belirsiz duyduğum konuşmalarını anlıyorum. Geçen gece, ağıt yakıyordu biri. Camdan sarkıp yan taraftan biri çıksın da neler olduğunu sorayım diye bekledim. Kimse çıkmadı cama. Onlar da benim gibi. Bir çatı altına bir kere girince artık dışarı burunlarını dahi uzatmıyorlar. Kalabalık ve yoksullar. Camdan dışarı bakıp izliyorum bazen. Yanlarından geçenlere yeni öğrendikleri dilde ‘‘abla açım’’ ‘‘abla yardım’’ diye yakarıyorlar. Geldikleri ülkenin giysileri içindeki gencecik kadınlar erkeklerin peşine takılıyor. Kimini yıkık binalardan içeri, o adamların peşinden girerken görüyorum. Elimde banka kartı yerine para olsa camdan aşağı savururdum. Kirli şeylerin bir tek ihtiyaç halinde paylaşıldığında kirinden arındığını düşünmüşümdür hep. Bir gün, evden çıkabilirsem, banka ATM’sine gidebilirsem, nakit para çekebilirsem.… 
Sabah erken kalkıp beş saat boyunca kesintisiz çalışıyorum. Çevirdiğim metinleri yetiştirebilmem için çalışma hızımı düşürmemeliyim. Öğleden sonra kesintisiz bir dört saat daha çalışıyorum. Sonra akşam çökmeye başlıyor. Şarap şişemi açtığım o anlarda yaşadığım her şeyin içine dalarak zamanları koşuyorum... Bazen bir şeyler yazdığım da oluyor. Yine böyle gölgemi yüklendiğim gecelerden birinde, odamın camını kıran bir taşla irkildim. Koşup banyoya gittim. Küvetin içine elbiselerimle uzandım. Derin derin nefes alıp sakinleşmeye çalıştım. Telefon odamda kalmıştı. Saatimin ışığı vardı neyse ki… Birkaç saat sonra banyodan çıkıp sessizce odaya girdim.  Her şey normaldi. Kırık camın perdesi sallanıyordu. Yerde, camı kıran taşı gördüm. Eğilip aldığımda taşın bir kâğıda sarılmış olduğunu gördüm. Buruşmuş kâğıdı düzeltip okumaya başladım:  "Sevgilim" diyordu benim bildiğim başka bir dildeki mektup, "Kara Gözlüm… Karşılaştığımız gecede yanan ateş gibiyim. Güzel derili bir yılan gibi süzülüp dans etmiştin, düğün öncesi son gecemdi, arkadaşlar bana sürpriz yapıp, dans etmen için seni çağırmıştı. Bir kere göz göze geldiğimiz o gecede yanmamak için çok geç kalmıştım... Dilberim; o gece her şeyi bırakıp peşinden geldim. Bulamadım seni, kaldığını söyledikleri otel odasında da yoktun. Nasıl gidersin, nasıl beni bırakmayı göze alırsın bilmem... Çünkü eminim, benim ruhum sana akarken seninki de bana aktı. Tek başıma tutuşmadığımdan eminim. Geçen onca zamanda izini bulduğumu biliyorum, Güney’den buraya senin için geldim ve asla bırakmayacağım seni, camını açık tut ve bekle beni Sevgilim, yine geleceğim. Şimdi gitmeliyim." 

Uyumak için fazla geçti. Mutfağa gidip ekmek poşetinin içindeki kırıntıları avucuma doldurdum. Balkon kapısını açıp kırıntıları yere savurdum. Kuşlar doluştu. Sandalyeye çöktüm. Sabah kuşlarına mektubumu anlattım, bana geldi dedim, tutuşuyormuş benim için... Kırık camı, içeri süzülen rüzgârı, mektubumu gösterdim. Hiç heveslenmeyin, bu benim sürprizim... Her gece yazacakmış, camdan içeri mektubumu düşürecekmiş diye anlattım durdum onlara. 

O gün tüm işlerimi erkenden bitirdim. Uzun uzun yıkandım. Severek alıp çok az süründüğüm parfümü saçlarıma sıktım. Gözlerime bir arkadaşın hediye ettiği sürmeyi çektim. Başka bir arkadaşın bana yakışır diye aldığı otantik elbiseyi giydim. Onun seveceğini düşündüğüm, onun dilinde bir şarkıyı dinlemeye başladım. ‘‘Senden öncesini unuttum, buna emin olabilirsin. Yemin ederim ki aklımda senden başka kimse yok’’ diyordu şarkı. Balkonun kapısını ve camları açık bıraktım. Geride, odanın kapısına yakın bir yerde oturup bekledim. Nihayet, bir taş daha düştü odama. Kalktım, eğildim yere, aldım. Mektubum elimdeydi... 

"Yan binanın camıyla sizinkini karıştırmışım. Affedin..." 
Şarkı değişti. ‘‘Bazıları kollarda uyurken bazıları da yalnızlığa terk edilir’’ diyor içli bir kadın sesi.  
Kanat çırpmasına başımı çevirip baktım. Birkaç kuş kırık camdan içeri girmişti.

(Psikeart'ta yayınlanmıştır.)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ferhan Şensoy ile Geriş’te Bir Buluşma

Erkan Yücel: Tiyatroda ne var ne yok?

PALAMARLAR