Zilli, Osman, Çaça

O bilge kıza, Pıncır’a…

Altı dönümlük bahçenin içinde her çeşit ağaç vardı. Zeytin, elma, ayva, şeftali, kiraz, armut ayrı bir bölümde üzüm bağları, bostan, frambuaz, kudret narı… Süs bitkileri, dev kaktüsler, lavanta, begonvil, akasya ve hanımeli… Eve daha yakın bir bölmedeyse büyükçe bir kümeste hindiler, tavuklar, ördekler ve kazlar barınıyordu. Dört katlı, geniş, sulama havuzu dışında ayrıca elli metrelik yüzme havuzu bulunan bu evde, yaşlı sayılmak için genç, genç sayılmak için yaşlı sayabileceğimiz bir çift yaşıyordu. Evin arka tarafındaki bir göz müştemilattaki evin işlerine bakan diğer çift, ev sahibi beyin küfürlü konuşmalarına daha fazla dayanamayarak bir sabah erkenden barındıkları yeri terk etmişti. Ev sahibi Nahit, yatak odasından aşağı inip de henüz kahvaltı sofrasının hazırlanmadığını gördüğünde bir terslik olduğunu sezer gibi olmuşsa da bu sezgisini göz ardı etmiş ve her zamanki o korkunç bağırtısıyla ‘‘Mustafa! Mustafaaa!’’ diye bağırmıştı. En nihayetinde müştemilatın boşaltılmış olduğunu gördüğünde idrak etmişti, hizmetlileri olan çiftin işi bırakıp gittiğini… Bir gün önce, misafirlerin önünde Zarife’ye enginarın dereotunu fazla koydu diye olay çıkartmıştı. Olay dediysek, birazcık söylenmişti! Hatırladığı son kare; misafirlerin de bulunduğu masanın kenarında, elinde servis yapmakta olduğu enginar tabağı ve kaşıklarıyla, Zarife’nin dolu dolu bakan çakır gözleriydi. Herkes suspus olmuş, onlar sustukça Nahit sesini yükselterek son repliklerini saçmıştı. Hiddetinin farkına varıyor fakat bir türlü son veremiyordu. Zarife, son kalan enginarı da servis ederek mutfağa gitmiş, Nahit’in ‘‘Neyse canım, tadımızı kaçırmayalım, hadi buyurun’’ demesiyle çatal-bıçak sesleri masaya hâkim olmuştu. Nahit, onur konuklarından olan belediye başkanının turizmle ilgili konuşmalarını dinlemeye geçse de mutfaktan gelen hıçkırık seslerini ve hatta sanki Mustafa’nın söylediğini düşündüğü kendi annesinin bir yeriyle ilgili küfrü de duymuş, üstünde durmamıştı. Şimdi, ancak sabah olduğunda akşamı tekrar hatırlamıştı.  Demek gitmişlerdi. Defolup gitsinlerdi.
O sabah, Nahit beyin köpeği Zilli, bahçenin üst tarafındaki kulübesinde bitişik komşunun köpekleri olan arkadaşları Çaça ve Osman’ı ağırlıyordu. Daha doğrusu komşunun köpeği Çaça’ydı ama aile, sokakta başıboş, bir deri bir kemik gezinen Osman’ı da evlerinde ağırlıyor, bir yeri yaralandıysa, iştahı yoksa, tüylerini fazla döküyorsa onu da veterinere götürüyorlardı. Köpekler, kot farkından dolayı iyice alçalan kümes damlarından birbirlerinin kulübelerine rahatça girip çıkabiliyorlardı. Genellikle olduğu gibi, Çaça ve Osman, Zilli’yi ziyarete gelmiş, tüm gece okunan ezana kâh birlikte ulumuş, kâh birbirlerine sokularak uyuklamışlardı.  Zilli, uzunca bir süre Mustafa’nın sabah kahvaltısını getirmesini beklediyse de bir tuhaflık seziyordu. Rutin yaşantısının dışına çıkan her köpek gibi, neyle karşılaşacağını bilememenin heyecanıyla kalp atış hızı yükselmiş, Çaça ve Osman’ı bile gözü görmemeye başlamıştı. Tellerle çevrili kendi alanının bir ucundan diğer ucuna koşturup duruyordu. Derken, elinde mama kabıyla yaklaşan Nahit’i gördü. Seyrek de olsa gelip kendisine ‘‘koş, dur, gel, al, git, getir, bekle, pati ver’’ diyen Nahit’i. Mustafa’yla her sabah kucaklaşırlardı ama bu adamla ne yapacağını bilemedi. Yere çöktü Zilli. Çaça ve Osman’ın hangi ara kendi bahçelerine döndüğünü anlayamadı.
‘‘Hayvanın mamasını bile vermemiş …. çocuğu.’’ dedi Nahit, “hadi biz insanız, elimiz ayağımız tutuyor, bu hayvancağızdan ne istedin?’’ Mama kabını köpek kulübesinin önüne bıraktı. Ve arka ayakları üzerine çömelmiş kendisini izleyen beyaz köpeğe oturmasını söyledi. “Pati ver, aferiiin… Hadi ye şimdi.”
Zilli, adam gidene kadar mama kabına yumularak mamasını yedi. Yiyormuş gibi gözüktü ya da. Kahvaltı tabağının yarısından fazlası doluydu. Yan bahçeye sıçradı, az sonra Osman’la birlikte geri döndü. Mama tabağını burnunun ucuyla gösterdi. Kırçıl tüylü, Çaça’nın ve Zilli’nin kıymetli dostu Osman, kahvaltısını yapmaya başladı.
Nahit, karısı mutfakta bulaşıkları toparlarken yan komşuyla olan sınırın tellerini kurcalıyordu. Ona göre bu sınır, kendi arazisinin içindeydi. Telleri öylesine tutan birkaç sırığı çıkarıp yarım metre kadar ileriye dikti. Bunu her sabah gıdım gıdım yapıyorduysa da bu sabahki hamlesi bir haftalık gıdımın toplamıydı.
Mutfakta bulaşıkları makineye yerleştiren karısı Suzan, genelde Nahit’in annesine çıkan küfürleri sayıyor, bıktığını, bu adamın asla değişmeyeceğini, bencil yaratığın defolup tek başına yaşaması gerektiğini fısıldıyordu kendi kendine. Dışarıdan bakıldığında sessizdi. Televizyonda evlilik programındaki taliplerin akıl almaz diyalogları, alkış kıyamet sürüyordu.
Nahit sınır görevini bu sabah da halletmiş, cam kenarında, perdenin gerisinden görünen komşunun çamur içindeki arazi jeepini kısık gözlerle izleyerek telefonla konuşuyordu.
Suzan, getirdiği kahve fincanlarından birini Nahit’in yanındaki sehpaya bırakmış, diğerini alıp televizyonun karşısına oturmuştu.
Zilli,  yattığı kulübesinden Çaça ve Osman’a geri getirmeleri için atılan topları, komşunun bebekleriyle güle oynaşa oynayan arkadaşlarını izliyordu. Arada bir iç çekerek.
-Aloo, Rüstem? …. Hee, sen miydin Mahmut çıkaramadım. … İyidir, iyi. Eksik olma. Yok yok kira için değil. Baksana, şu son çıkan bir jeep varmış sizden gelme. … Yok yaa, adını nereden bileyim yakından bakmadım. Yaa bizim komşu Sırrı Bey’lere getirtmişsin bir tane. Hee… plâkada sizin otomotiv yazıyor. Bana bir tane ondan getir diyecektim. Çabuk getir ama.
Suzan, misafirlerin olduğu o gece, Nahit’in her şeyinden, geçmişinden, geleceğinden, tüm varlığından bir anda soğuyup gitmişti. Elbette uzun bir ‘öncesi’ sendromu vardı yaşadığı iç bulanmasının ama bu, ayrı bir kadın hikâyesi konusu. Kızları da evlenip gittiğinden beri, Nahit’in Suzan üzerindeki baskıcı tutumu başta olmak üzere, çevresindeki herkese karşı geçimsiz, en büyük benim, sen kimsin be, alt metinli üslûbu, bir önceki sefer Belediye Başkanının makam aracının aynısının zırhlı olanını, bir ayı doldurmadan şimdiyse yan komşunun arazi aracının kırmızı olanını istemesi Suzan’ın artık canına tak etmişti.  Zaten bu dede arazisindeki eski evi de bu yüzden yıktırmış, çocukluk arkadaşım dediği ama gerçekte bir kere bile kendisiyle görüşmeyen ve aslında iyi bir insan olan Kasım’ın evinin iki katı büyüklükte, dört katlı, gereksiz bir şatafata sahip bu evi yaptırmıştı. Kasım, yaz-kış kalıyor diye, kendileri de şehirdeki evlerini Nahit’in zoruyla kapatmış, tamamen buraya yerleşmişlerdi. Ve bu, yıllardır böyleydi. Bu döngüden bıkmış, ne yapacağını bilemiyordu Suzan. Tiksiniyor ve utanıyordu Nahit’ten. Ama kararsızlığın da bir sınırı vardır. Damlaların doldurmayacağı sanılan en dev bardaklar dahi, an gelir taşar. Birkaç gün sonra bir sabah vakti Suzan da çekip gitti.
Nahit, alt kata inip kahvaltı sofrasını hazır görmeyince giderek yükselen volümle karısına seslendi. ‘‘Suzan, Suzaan…’’ Anlaması, ilk kez fazla uzun sürmedi. Karısı tarafından istenmediğini, daha önemlisi beğenilmediğini seziyordu. Daha da eskiden, dededen kalma bu topraklara kök salmadan önce, şehirde yaşarlarken durmadan tartışırlardı. Suzan onu eleştirir, “şunu yapman, bunu söylemen şart mıydı, ne geçti eline?” Ya da ‘‘ben bilmem kimler gibi olmak istemiyorum Nahit, ben ben olmak istiyorum’’ derdi. Buraya yerleştiklerindeyse adeta Suzan pes etmiş, Nahit’le mücadeleyi bırakmıştı. Nahit en sonunda istediğim gibi bir yaşantım oldu diye düşünüyordu. Karısı onu doğrulamasa bile en azından eskisi gibi tartışmalara girişmiyor, sessizce çekiliyordu köşesine. Nahit, demek ki doğru yoldayım diyemese de demek ki yanlış yolda değilim diyordu. İhanete uğramış gibi acıdı içi. Suzan, neredesin?
Adam, Zilli’nin kulübesine elinde mama kabıyla ilerlerken yerde kan damlaları gördü. Adımlarını hızlandırarak kulübeye vardı. Zilli, kulübesinin içindeki başka bir köpeğin yanında, yerde yatıyordu. Beyaz tüyleri yer yer kana bulanmıştı. Kulübeye yaklaştığında, Zilli onu bakışlarıyla karşıladı. Yaralı bir köpeğe iyice sokulmuş yaralarını yalıyordu. Mama kabını yere bıraktı Nahit ve Zilli’ye görünmeden içeriye baktı. Zilli kalktı. Mama kabını burnunun ucuyla itekleyerek kulübenin içine, sessizce yaralarının sağalmasını bekleyen Osman’ın burnunun dibine getirdi. Sonra kulübeden çıktı. Nahit’in orada olduğunu görünce, oturdu, kalktı, yattı, pati verdi.

Nahit bir araba sesi duyunca doğrulup geriye doğru baktı. Gıcır gıcır kırmızı arazi jeepi bahçe kapısının önünde park etmişti.

(Psikeart'ta yayınlanmıştır)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ferhan Şensoy ile Geriş’te Bir Buluşma

Erkan Yücel: Tiyatroda ne var ne yok?

PALAMARLAR