J.Dietrich'in Öyküsü


Tozumu almak, Zarife’nin aklına gelmiyor. Köşke yerleştiğimde sanmıştım ki, ince ve narin parmaklı bir madam açacak kapağımı ve usulca dokunacak tuşlarıma… Akşamları verilen davetlerde sırayla birer-ikişer oturup koltuğa en neşelisinden hüzünlüsüne şarkılar çalacağız. Onlar mı beni çalıyor ben mi onlara başımdan geçenleri anlatıyorum belirsizleşecek, çıkan seslere her birimizin hikâyesi iç içe geçip büyüyecek, herkes kendi hikâyesine sevdalı olsa da bir diğerininkini de dinleyip, onun nefesini de içine çekecek. Verilen nefes, hepimizin sesi, şarkısı olacak. Böyledir ya sanatsal buluşmalar. Olmadı. Benim nefesimi Zarife hiç duymadı, kapağımı bir kere bile açmadı.

Yine de kırgın değilim ona. Yemek yaparken bazı yanık sesiyle türküler söyler. Daha önce hiç duymadığım bir dilde. Memleketinden uzakta olanların sadece kendileriyle aynı duyguyu yaşayanların bileceği türden türküler. Pek anlamıyorum ne dediğini yine de çok hoşuma gidiyor Zarife’nin sesi.

Puslu bir Paris sabahı beni yapan ustamın mutlulukla bana bakıp “artık hazırsın” demesi hiç çıkmadı aklımdan. Hissediyordum hazır olduğumu ama neye hazırdım bilmiyordum. Bu yüzden ve ustamın beni yapıp da artık en son aşamaya geldiğimiz günlerde ondan ayrılacağım vaktin yaklaştığını sezdiğimden korkuyordum. Ustam beni bırakmasa, yine tatlı tatlı sohbet etseydik ne güzel olurdu. O sabah, defalarca tozumu alıp örtülere sardı beni. Çırakları sürekli uyararak atölyemizin kapısına yanaşan otomobile bindirildim. Ustam, otomobille gelen şapkalı mösyöyle el sıkıştı. Otomobil hareket ettiğinde onunla son kez bakıştık. Koyu kahve gözleri sabit belki biraz da hüzünlüydü.
Ustamın üzerime nakşettiği tarihin dediğine göre 200 yaşında bir Rusyalıyım. Beni, Paris’te, kendimden geçmiş bir halde bir antikacıdan çok ucuza aldığında ölmek üzereymişim. Tellerim kopuk, her yanım kırık ve sesim de çıkmıyormuş. Rusya’dan sürgün bir aileye mensupmuşum ve onlar Paris’e sürgün geldiklerinde beni de yanlarında getirmişler. Bana ne oldu, ilk ailemden nasıl ayrı düştüm ve o antikacıya nasıl geldim hiçbirini hatırlamıyorum. Ustamın atölyesinde doğdum gibi geliyor bana. O iyileştirdi beni, sabır ve emekle. İlk ailemi ve onlarla hikâyemi de ustam başkalarına anlatırken duydum. Kendime geldiğimde üzerime eğilmiş, tellerimi düzeltiyordu. İnsanlar çok çabuk son nefeslerini veriyor. Ustam nasıldır acaba? Yaşıyor mudur? İş yaparken yine kendinden geçip, yemek yemeyi unutup, kahverengi gözlerini dikkatle sabitliyor mudur?

Şapkalı mösyö, Mösyö François’nın emriyle en şık salona yerleştirildim. Çocukları benimle şarkı çalabilmeyi öğrensin diye müzik öğretmeni gelirdi. Mösyö, eşi Madam Janette’i çok kıskandığı için erkek müzik öğretmenlerinden birkaçını işten çıkartmıştı çünkü Madam müziğe ve müzisyenlere hayrandı ve o dönemin sanatçıları gündelik dışı olan her şeyden büyülenir ve bu gerçek dışılık da onların ruhlarında bir melankoli kuyusu açardı. Bilir misiniz, insan ruhunun derinliğini doyurmanız gerekir. Gelin görün ki doldurulamaz bir derinliktir bu, gönül ilişkileri, fırtınalı aşk hikâyeleri, karşılıksız kara sevdalar sonucu intihar dahi dolduramaz. Derinlik, derindir.

Bunları anlatıyorum çünkü Madam sıkıcı yaşamında çocukların müzik öğretmenlerini sabırsızlıkla bekler olmuştu. Madam’ın yüzünün gülmesine alışkın olmayan Mösyö bu tatlı doygunluğu farklı yorumlayarak sonunda bir kadın müzik öğretmeninde karar kıldı. Bunu daha önce yapmamıştı çünkü kadınların sanatsal yeteneklerinin çocuk büyütmek ve davetler vermekle sınırlı olduğuna inanıyordu. Nereden bilebilirdi, çocukların yeni öğretmeni Matmazel Julie’yle büyük bir aşk denizinin içine düşeceğini…

Albert ve Nathalie büyüdükçe bana olan ilgileri azaldı. Yine de beni hiç bırakmadılar. Bir seferinde Matmazel Julie, Nathalie’yle olan dersine ara verdiğinde ayışığı sonatını çalıyordu benimle. Mösyö François salona girdi bir süre onu öylece izleyip ellerini Matmazel’in tuşlarımın üzerinde gezinen parmaklarına değdirdi. Matmazel, parmakları üzerinde Mösyö’nün parmakları çalmaya devam etti. Öyle güzel öyle güzel çaldılar ki hiç bitmesin istedim. Matmazel’in arkasında ayakta duran Mösyö, onun saçlarına yüzünü saklamıştı. O anda neden bu kadar hisli çaldığımızı anladım. Matmazel’in gözlerinden akan yaşlar parmaklarından tuşlarıma dökülüyordu.

Ayışığı sonatı bitti. Matmazel, İstanbul’a gideceğini söyledi. Mösyö, gitme dedi. Yalvarırım gitme. Kamplarda ölmek istemiyorum dedi Matmazel. Mösyö, ellerinden çekiştirerek Matmazel’i kendi odasına sürükledi. Konuşmalarını dinlemeye çalıştım, tatlı fısıltılarından başka bir şey kalmadı aklımda. Çok yalvardı Mösyö. Ama gitmeye mecburlardı. O yıllarda savaş, bazı ailelerin tümden öldürülmesi demekti.

Başka bir puslu sabahta, Matmazel’in ailesi, anne-babası, kız ve erkek kardeşleriyle bendeniz, Mösyö’nün Matmazel’e hediyesi, trene bindirildik. Zorlu geçen bir haftalık yolculuktan sonra İstanbul’a geldik. Matmazel’in babası Mösyö Naftali, Paris’te işlettiği operayı satmış ve bir tanıdığından daha Paris’teyken Burgazada’daki köşkü satın almıştı. Burgazada’ya geldiğimizde köşkün eşyalı olması hoşlarına gitmişti. Matmazel Julie Taksim’deki bir kolejde haftanın üç günü ders veriyordu. Bazı akşamlar kapağımı açıp ağlayarak Beethoven çalardı. Mösyö François’yı özlediğini anlardım.

Köşke yerleşir yerleşmez Rozales ailesi, yeni bir yere uyum sağlamada köklenirken gereken tarihi zaten barındırdıklarından mı veya mecbur kalınmış bir yoksunluk sonucunda mı bilmem, köşkün içindeki eşyaların tümünü çok sevdi. Böylesine kitsch, dekadan bir tarzla ilk kez karşılaştığım için yeni ailemin bu eşyalarda ne bulduğunu bir türlü anlayamamıştım. Açıkça konuşmak gerekirse, bu eşyalara olan beğenilerinden dolayı yeni ailem biraz gözümden düşmüştü. Kalın, tozlu perdeler mi demezsiniz, cilası çizik kocaman masalar mı… Zaten uzun süre bu eşyalarla aramda oldukça nahoş durumlar meydana geldi.

Bu ahşap, üç katlı, beyaz köşkün meşe ağacından yapılma büyük yemek masası kendini matah bir şey sanıyor. Akşamları onun üzerinde verilen ziyafetler sırasında bana bakıp gülüyor. Son derece yakışıksız bir durum. Nasıl bir terbiyesi var anlayamıyorum. Yemek bitip de konuklar koltuklarına yerleştiklerindeyse Matmazel kapağımı açıyor ve işte o zaman ben de ona gülüyorum. Matmazel’le birlikte şarkılarımı bağırarak söylüyorum. O anda masa çok üzülüyor. Sonuçta gerçeklerle yüzleşmek gerek, bir masa sadece bir masadır. Üzerinde en lezzetlisinden de olsa, yağlı, tuzlu, baharatlı yemekler yenir, lekelenir. Yemek yerken hiç kimse masanın güzelliğini konuşmaz. Yemek faslı nihayete erdiğinde, konuklar   koltuklara yerleşir ve masayı kimse hatırlamaz bile. Bir masa sadece bir masadır. Ama ben öyle miyim ya?

Masayla olan haset savaşlarımız yıllar boyu sürdü. Elbette o beni kıskanıyordu. Hem kötü bir huyu daha var, yanına aynayı, konsolu, halıyı, perde ve konsolları da alarak yıllarca beni küçümseyip güldü. Moralim bozuluyordu ama neyse ki Matmazel hiçbir gün beni ihmal etmedi. Her gün, her gece bir ibadeti yerine getirir gibi geldi, kapağımı açıp o narin parmaklarıyla tuşlarıma dokundu. Matmazel’in en neşeli günleri, Paris’ten, Mösyö François’dan mektup ya da kart aldığı günlerdi. Matmazel hiç evlenmedi. Savaştan sonra yılda birkaç kere Paris’e gitti ve son seferinde siyahlar içinde döndü. Siyahtan başka renk giymedi ve artık benimle de ilgilenmez oldu. O zaman anladım Mösyö’nün öldüğünü.

Bir gün Matmazel de öldü. Köşke gelen hekim kalp yetmezliği dedi. Anne ve babası öldükten sonra kardeşleri Amerika’ya yerleşmişti ve o yaz Matmazel’in Amerika’da yaşayan yeğenleri köşkteydi. Cenaze günü çok üzgündüm. Masa da halime acımış olacak hiç kızdırmadı beni.
Yaz bitip de yeğenler ailelerinin yanına döndüğünde, tümümüzün üzerini beyaz örtülerle kapattılar. Adalı bir adama köşkün anahtarını bıraktılar. Adam arada bir gelip köşkümüzü gezdiriyordu insanlara. Bir sonraki yaza doğru, köşke gelen insanlar buraya yerleşmeye karar verdi.
Yeni sahipler, burası eski eşya dolu diyerek hepimizi elden çıkardı. Masayla ayrılığımız işte böyle oldu.

Eskici Süleyman’ın dükkânında durduğum o birkaç gün kâbustan beterdi. Dükkân dediysem, üzeri tenteyle örtülü bir kaldırım. Yanımda plastik sandalyeler, ütü masaları, paslı-cilalı demeden üst üste yığılmış bir sürü eşya. Buraya gelir gelmez ustamdan ayrılma vaktimin geldiği andaki gibi bir korkuya kapıldım. Benimle alay edemeyecek kadar kendi derdine düşmüş, pejmürde ve rüküş eşyalarlaydım. Onlara mı acıyayım kendime mi bilemedim. Kısa bir an nerede olduğumu bile unuttum. Sanıyorum o anda akordum bozuldu. O sıralarda yani köşkün son zamanlarında hizmetçi radyonun sesini sonuna dek açardı. Mutfaktayken de duyabilmek için. Radyodaki bir ilaç reklamında durmadan hanımlar stres çağımızın vebası diye anons yapılıyordu. O zamanlar gülerdim radyoya, siz vebanın ne olduğunu nereden bileceksiniz derdim. Ama Eskici’nin kaldırımında korktuğum zaman galiba strese girdim diye düşündüm. Demek istedikleri şey bu muydu acaba? Akordunun bozulması, korku. Geçmeyen korku. Geçmeyecekmiş gibi olan ve seni sıkıştıran korku. Ben böyle akordum bozulmuş, korkarken aniden bizim Masa’yı gördüm. Birkaç adam taşıyordu onu. Yanıma getirdiklerini sanıp çok sevindim o da beni gördü, gülüştük. Hamalların arabası köşeyi dönüp de iskeleye yöneldiğinde anladım ki Masa’yı vapurla karşıya götürecekler. Üzüldüm ama Masa sevinçliydi, onu arabanın içine koymuşlar ve elleriyle destek olmuşlardı. “Yavaş! Dikkat et!” diyorlardı. Masa mest olmuştu ve Matmazel öldükten, Adalı adam insanlara köşkü gezdirmeye başladıktan sonra aramızın düzelmesiyle ona söylediğim bir şarkıyı söylemeye başladı bağıra çağıra: “Bir masa, değildir sadece bir masa/ Kavuşacağız sevgilim bir gün başka bir masalda…”
Masa’yı bir daha görmedim ama içimden bir ses onun iyi olduğunu, gittiği evdeki acem halısına da bana yaptıklarının aynısını yaptığını söylüyor.

Eskici Süleyman’ın kaldırım-dükkânında ne kadar kalacağım belirsizken bir gün esmer, güzel bir kadın geldi dükkâna. Daha uzaktan bana bakmaya başladı. Ben de alıp beni evine götürmesi için süzüldükçe süzüldüm. Sigarasını söndürerek yanıma gelip, tıpkı Matmazel’inki gibi narin parmaklarını üzerimde gezdirdi. “Ne kadar güzel, şamdanı da var” dedi. Eskici Süleyman gelip beni anlattı. “Süheyla hanım, çok değerlidir.  Rus yapımı, 300 yaşında.” Anlattıkça omuzlarımın kabardığını hissettim. Aralarında konuşup anlaştıklarında mutlu oldum. Yeni sahibemin zevkli bir madam olduğunu küpelerinden anlamıştım. O geceyi şarkılar söyleyerek geçirdim. Diğer eşyalar da beni uğurlamak için katıldılar. Ben onlara chansonlar söyledim onlar da bana bildikleri her şeyi. Sırmaları dökülmüş büyük ayna aryalara eşlik etti, kök boyasıyla boyanmış kilim türkü söyledi. Hayatımda ilk kez türküyü Kilim’den duydum böylece. Tüm kırık döküklüğüne rağmen motoru çalışan buzdolabı da bir şeyler söyledi, arabeskmiş adı. Pek zevkli bir müzik değildi ama nedense duygulandım. Belki son gecemdi diye. Belki de oradaki tümümüz birbirinden farklı olsak da aynı yolun yolcusuyuz diye.

Sabah erkenden hepsiyle vedalaştım. Eskici Süleyman, hamalların gelmesiyle üstümü dikkatle örttü, arabaya taşındım ve yeni sahibemin sahil kenarındaki bu güzel evine getirildim. Sahibem evin en güzel yerini, girişle salon arasındaki yeri bana ayırmış. Özenle yerleştirdiler beni, sahibem tozumu kendi elleriyle aldı. Birkaç gün sonra da akordumu yapmak için İstanbul’dan bir beyefendi geldi. O daha gitmeden gözleri görmeyen bir adam geldi. Sahibem adama “ağabey bak, sana ne aldım!” dedi. Adam koltuğa oturup okşadı beni. “Çok güzelmiş, sesi nasıl bakalım?” dedi ve akordun bitmesiyle çalmaya başladı beni. Adının Veda Busesi olduğunu öğrendiğim ve sonraları sıkça çaldığım şarkı beni çok etkiledi. Adam hem çalıyor hem söylüyordu, onun benimle bu kadar mutlu olduğunu gören sahibem, kız kardeşi ağladı biraz ve sigarasından bir nefes daha çekti. Sahibem çok güzel ve zevkli bir kadın. Çoğu akşam konuklarımız geliyor. Ağabeyi ve onun eşi, konuklar hep birlikte şarkılar söylüyoruz ama sahibem şarkılara pek katılmıyor. Sesi çok güzel halbuki. Bir zaman hep birlikte şarkılar söyledik. Sahibemin rahatsızlığı ilerleyip artık hastaneye kaldırıldığında çok üzüldüm.
Şimdi artık sahibem yok. Eve yine misafirler geliyor ama artık ağabey çok fazla şarkı söylemiyor. Evdeki yerim değişmedi ama kimse kapağımı açmıyor. Yine de içimden şarkılarımı söylüyorum durmadan. Artık unutmak istemiyorum hiçbirini. Varsın Zarife unutsun tozumu almayı.

“Bir masa değildir sadece bir masa/ Kavuşacağız sevgilim bir gün başka bir masalda…” 

Yorumlar

Unknown dedi ki…
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ferhan Şensoy ile Geriş’te Bir Buluşma

Erkan Yücel: Tiyatroda ne var ne yok?

PALAMARLAR